Anlat o zaman dediğinizi duyar gibiyim. Öyle bir rüyaydı ki, hani kimi zaman hepimizin başına gelir, bir sürü karmaşık ama bir ucundan birbirine bağlı olayların içinde buluverirsiniz kendinizi...
Gördüğünüz insanlar birbirinden farklıdır, tipleri aykırıdır; yedikleri, içtikleri, kültürleri, doğdukları ve yaşadıkları yerler öylesine zıttır ki otursalar konuşacak şey bulamayacaklarını düşünürsünüz.
Ama bir şey vardır... Onları aynı olay yerinin kahramanları haline getiren ve kenetlenmelerini sağlayan. Duyguları, hayatı algılayışları, kendini ifade biçimleri...
***
Tamam, daha fazla uzatmayacağım. Rüyamda gördüklerim de böyle tiplerdi işte... Kimi Amerikalı, kimi İranlı, kimi İspanyol, kimi Suriyeli, kimi Çinli, kimi Rus, kimi Fransız, kimi Hintli...
Ben seyrediyorum onları, sonra başkaları da geliyor yanıma, kalabalıklaşıyoruz. O topluluktan biri sırıtıyor bana, diğeri kendinden geçmiş gibi bakıyor; birinin üzerinde pantalon yelek, öbürü Kraliyet Orkestrası'ndan fırlamış gibi grand tuvalet... Beyazı var, esmeri var, sarısı var, kısası var, uzunu var... Tek ortaklıkları hepsinin de elinde kendi dünyalarını yansıtan, bazılarını hayatımda ilk kez gördüğüm müzik aletleri...
***
Ardından bir şölen başlıyor... Anaammm... Tam bir sokak şenliğinin ortasına düştüğümü anlıyorum. Çevremdeki herkes, onların müzikleri ve ritimleriyle coşuyor. Hepimizin yürekleri öylesine senkronize bir uyumla atıyor ki, kalp grafiklerimiz çekilse tüm dalgalanmaların aynı hız ve büyüklükle inip çıktığını görebilirsiniz!
Ezgiler, Doğu'dan Batı'ya, Güney'den Kuzey'e savrulan bir ağıta dönüşüyor kimi zaman. Ellerindeki aletler önce gülüyor, sonra birden feryat ediyor, ardından müthiş neşeli bir isyan yükseliyor ve tempo öylesine hızlanıyor, hızlanıyor ki birbirleriyle yarışırken, nabzımın temposu bile onlara yetişemiyor. Melodilerden yorgun düşer mi insan, düşüyorum...
***
Kendimi bir anda Arjantin tangolarının kollarında hissederken, birden kulağıma üflenen mistiiik, ağııır, içimi ağlatan bir yakarışla Arap Denizi'ni aşarak Bengal'in kaynayan topraklarına atlayıveriyorum.
Tam nerede olduğumun farkına varmışken, müziğin rüzgarında süren yolculuğum beni Japonya'nın kutsal Todai-ji tapınağına bırakmasın mı? Hepsi enerjik ve güleryüzlü adamlar eğilerek selam veriyorlar.
Asya'yı Akdeniz'e bağlayan notaların, İpek Yolu'nu adeta geleneksel ve modern motiflerle yeniden dokuduğu bu zaman tüneli hiç bitmesin istiyorum.
Nasıl bir rüyadayım? Dünyanın tüm meydanları aynı dilde alkışlıyor bu muhteşem ekibi, onlarla birlikte dans ediyorlar.
***
Sonunda dayanamıyorum; kemanı, viyolonseli, klarneti, davulu gözüm kesiyor ama, 'şu kadının elindeki nedir, ya şu Flamenko'nun ruhuna işlediği kız ne çalıyor, bir de şuradaki adamın dudaklarına götürdüğü çalgı...' diye soruyorum her düştüğüm meydanın yerlilerine...
Gaita, pipa, sheng, kemança, tabla diye sıralıyorlar, duyguların kardeşliğinde birleşen enstrümanları.
Sonra beynimde gök gürlermişçesine bir alkış, kıyamet kopuyor! Sıçrıyorum yerimden, Adnan Saygun'dayım... Değişik dünya kültürlerinin ele ele tutuştuğu bir müzik fırtınasından kalma uğultular kulağımda çınlarken, Çin asıllı ünlü çellist Yo-Yo Ma'nın kurduğu 'The Silk Road Ensemble' topluluğunu ayakta alkışlayanlara katılıyorum.
Aylardır süren bu festival tüneliyle İzmir'in tarihini dünya medeniyetleriyle buluşturan İKSEV'e teşekkür ediyorum. Gelecek Uluslararası İzmir Festivali'nde, yine notaların kucağında buluşmak üzere diyorum...