Sesiyle olduğu kadar, güzelliğiyle de gönüllere taht kuran Hamiyet Yüceses, 1915 yılında İstanbul Fatih'te doğdu. Babası Haseki'nin tanınan bilinen marpuç (nargile malzemesi) tüccarlarından Halil Bey, annesi ev hanımı Kadriye hanım ile yakın çevresi çok geçmeden genç kızlarının sesinin büyüleyici güzelliğinin farkına varacaktı. Babasının işlerinin bozulmasıyla birlikte ailesinin de maddi sıkıntıları başlamıştı. Henüz çocuk yaştaydı, çaresiz okulunu yarım bırakarak sahnelere çıktı. Güzel sesiyle, hayranı olduğu Hafız Burhan besteleri ile ün yapmaya başladı. Talihi hızla değişiyordu.
Turneler bir birini kovaladı. Anadolu'nun hemen her yerinde sahne aldıktan sonra 1930'larda İstanbul'a döndü ve Safiye Ayla ile birlikte gazinolarda çalışmaya başladı.
Bir yandan sahne hayatı devam ederken bir yandan da musiki dersleri almayı sürdürüyordu. Ve şansı nihayet döndü.
1932 Temmuzu'nda Kadıköy Mısırlıoğlu Bahçesi'nde düzenlenen ses yarışmasında 'Türkiye Ses Kraliçesi' seçildi. Önünü açılmıştı, radyo programları ve plaklar ardı ardına geldi. Türkiye'de, hatta Ortadoğu'da ününe ün kattı.
BAŞ DÖNDÜREN GÜZELLİK
Alımlı ve çok güzel bir genç kadındı.
Adeta, genç erkeklerinin rüyalarını süslüyordu.
Ününün doruğundayken deniz astsubayı Fethi Yüceses ile tanıştı ve aşık oldu. 'Sahte bir dünya' diye tanımladığı o şaşalı yaşamı, Fethi bey sayesinde yeniden anlam kazanmıştı. Birbirlerini deli gibi seven iki genç, 1940 yılında dillere destan bir düğünle evlendi. Aradan iki mutlu yıl geçmişti... Ve o talihsiz gün geldi çattı.
Hamiyet Yüceses, 14 Temmuz 1942 günü Moda burnundan beyaz mendili elinde uğurladı eşini. Atılay gemisine ruh veren 39 bahriyeli savaşa hazırlık kontrolleri için erken saatlerde Moda açıklarından Çanakkale'ye doğru "Vira bismillah" diyerek yola çıktı. Atılay'ın ismini ise bizzat Atatürk vermişti. 'Saldıray', 'Batıray' ve 'Yıldıray'...
Hepsinin sonu 'ay' ile bittiği için bu denizaltılar "Ay sınıfı" olarak adlandırılmıştı.
Dört denizaltıdan Atılay ise ne yazık ki acı öyküsüyle tarihe geçti.
ATILAY'IN ZOR GÖREVİ
Zor yıllardı... II. Dünya Savaşı başlamıştı.
Savaşta yer almak istemeyen Türkiye, özellikle Boğazlar konusunda hassas davranıyordu.
Çünkü Montrö Sözleşmesi'ne göre Boğazlar, Türkiye'nin kontrolündeydi.
Boğazlardan izinsiz geçişi önlemek için İngiliz yapımı manyetik alan kabloları döşendi. Kabloların işe yarayıp yaramadığını kontrol etme görevi ise Atılay'a verilmişti. O sırada Gölcük'te bulunan Atılay, 12 Temmuz 1942'de İstanbul'a hareket ederek Moda açıklarına demirledi. Son görevine çıkacağından habersiz Çanakkale'ye vardığında ise takvimler 14 Temmuz'u gösteriyordu. Sabah saatlerinde Çanakkale'ye demirleyen Atılay'ın komutanı bölgeyi iyi tanıyan Binbaşı Sadettin Gürcan'dı. Görev belliydi, Çanakkale Boğazı önünde geniş bir kavis çizecek, ardından manyetik hattın üzerinden geçerek 'Morto Koyu'nda' su yüzüne çıkacaktı.
SAATLER SÜREN SEZSİZLİK
Atılay 6 subay, 17 astsubay ve 16 erden oluşan 39 kişilik mürettebatıyla saat tam 14.30'da dalışa geçti. Bu görevde Atılay denizaltısını Kartal römorkörü takip ediyordu. Ancak kötü hava şartları yüzünden Seddülbahir açıklarında römorkör Atılay'ı gözden kaybetti. Atılay, bir türlü su yüzünde görünmüyordu.
Aradan saatler geçmişti ama ses seda yoktu. Bunun üzerine harekete geçilerek iki koldan arama yapıldı. Avcı botları yüzeyde yaptıkları taramada Atılay'ın batarken suya bıraktığı şamandırayı buldu. Battı şamandırasının içindeki telefonu çıkarıp konuşmaya çalıştılar. Ne var ki karşı taraftan ses çıkmadı. Atılay'ın bulunduğu bölgede derinlik 75 metreydi.
Dalgıçlar zor olduğunu bilerek bu derinliğe inmek için hazırlandı. Ancak, 'battı şamandırasının' ipi koptu. Böylece denizaltının bulunduğu yer kaybedildi. Uçsuz bucaksız enginliklerdeki 'demirden ev' Atılay, 39 mürettebatıyla Çanakkale'nin derinliklerinde kaldı. Atılay faciasından kurtulan tek kişi vardı. O da kumanya almak için Nara Burnu'nda sahile çıkan Amasralı Er Ahmet Bağdat'tı.
Facia bütün ülkede büyük üzüntü yarattı.
Aradan uzun yıllar geçti. Atılay'ın neden battığı sorusuna verilen cevaplar, ne yazık ki tahminlerin ötesine geçemedi.
Araştırmacı Selçuk Kolay, 1992 yılında Atılay'ı buldu. Böylece yıllar sonra Atılay'ın neden battığı anlaşıldı. Denizaltı, güçlü akıntının etkisiyle rotasından çıkmış ve I. Dünya Savaşı'ndan kalma bir mayına çarparak dibe oturmuştu.
İŞTE YÜCESES'İ HER DEFASINDA AĞLATAN O ŞARKI...
"Gitti de gelmeyiverdi Gözlerim yollarda kaldı Hele nazlım nerde kaldı Ne zaman ne zaman gelir Gel a nazlım lahuri şallım Sağı solu dolaşalım Ne zaman ne zaman gelir..."
'SEN ARTIK ŞEHİT EŞİSİN'
İsterseniz, Yüceses'in yürekleri burkan hikayesine geri dönelim. Şehitlerin arkasından ağlayanlar arasında ünlü bir isim de vardı. Derinlerde can veren 39 mürettebattan biri, ses sanatçısı Hamiyet Yüceses'in yere göğe sığdıramadığı eşiydi. Elektrik personeli Başçavuş Fethi Yüceses'in ölümü, sanatçının kalbinde tamiri mümkün olmayan derin yaralar açtı. Kazanın hemen ardından saatler boyunca eli böğründe bir haber, bir umut diye bekleyen sanatçı, yıllar sonra bir belgeselde şöyle anlatacaktı o geceyi... "Saatler geçtikçe umutlar azalıyordu, hiçbir haber alamıyorduk, neden sonra gece vakti battığını bildiren şamandırası bulunmuş, bir amiral gelerek sert bir sesle 'Sen artık bir şehit eşisin' dedi, vakur olmamı salık verdi, ben o Temmuz günü tıpkı Fethi bey gibi kayboldum..."
BİRBİRLERİNE DOYAMADILAR
Bu kazanın acısıyla söylediği "Gitti de gelmeyiverdi gözlerim yollarda kaldı" şarkısı, yıllar sonra bile faciayı hatırlatan bir anı olarak hafızalara kazındı. Genç nesiller, onların ne seslerini duydu ne de yaşadıklarına tanık oldu. Ama o kadar güçlü karakterlerdi ki ölümsüz aşkları yıllar sonra bile tarihin tozlu sayfalarına altın harflerle yazıldı... Kader işte... Bu dünyada birbirlerine doyamadan göçüp gittikler...
Yüceses çiftinin bu dünyadaki dramatik aşk öyküsü burada bitiyor ama... Hamiyet Yüceses, belki de cennetin bir köşesinde çok sevdiği eşinin elini tutup, gözlerinin içine bakarak aynı şarkıyı bu kez mutluluk içinde söylüyordur, kim bilir? 'Gitti de gelmeyiverdi gözlerim yollarda kaldı'...
NADİR UYSAL