MÜZİĞİN DAĞILAN EFSANELERİ: PINK FLOYD
Bu hafta, Michael Jackson'un 'Thriller'ından sonra tüm zamanların 'En Çok Satan' 2. albümü ünvanını taşıyan 'Dark Side of the Moon'un yaratıcılarına yani 70'lerin efsanesi Pink Floyd'a göz atacağız. Her ne kadar kağıt üzerinde dağılmasalar da Roger Waters ile yollarını ayırarak dağılmış kadar oldu dediğimiz Pink Floyd'un müzik tarihindeki yolculuğuna bir göz atalım.
DUVARIN MİMARLARI: PINK FLOYD
60'lı yılların İngiltere'sinden kült grupların çıkması sanırım tesadüf değil. Pink Floyd'un temeli de, 60'ların ortasında Roger Waters ve Nick Mason'un kurduğu 'Sigma 6' adlı gruba dayanıyor. 1965'te Londra'da mimarlık okuyan öğrencilerle müzik yapmaya başlayan ve bir kaç kez grup ismini değiştiren ekip ilk aylarında farklı isimlerle yola çıkar. Daha sonra Rick Wright ve Syd Barret'ın katılımıyla grup tamamlanacaktır. Grubun Dört önemli isminin bir araya geldiği sıralarda, grup 'The Tea Set' ismiyle sahne almaktadır. Fakat aynı isimde başka bir müzik grubunun olduğunu fark eden Syd Barret'ın aklına iki caz gitaristi olan Pink Anderson ve Floyd Council'in ilk isimlerinden oluşan Pink Floyd fikri gelir. Böylece grup tam anlamıyla kurulmuş olur. Bu sebeple grubun kurucusu Roger Waters değil de Syd Barret kabul edilir.
İLK ALBÜM VE JIMI HENDRIX
1965 sonlarında ilk konserini Londra'da veren Pink Floyd sonraki konserlerinde ışık ve slayt gösterilerini kullanmaya başlar. Yıllar ilerledikçe sahne şovları ve ışık kullanımı daha anlamlı temalara dönüşecek ve grubun imzası olacaktır. Pink Floyd'un ilk yıllarına bakıldığında yaptıkları müziğin psikedelik rocktan uzak olduğu söylenebilir. Beraber çaldıkça daha da olgunlaşan grup üyelerinin yaptığı müziğe ne caz ne de psikedelik rock denilebilirdi. Dönemin de etkisiyle daha çok caz akorları üzerine kurulu bir müzikal yapı inşa eden Pink Floyd, asıl gelişimini ilerleyen yıllarda gösterecekti. Belki de bu türe Pink Floyd adı verilse kimse karşı çıkmazdı. İlk albümleri 'The Piper at the Gates of Dawn' ile İngiltere'de büyük başarı yakalayan grup aynı başarıyı Amerika'da gösteremez. Fakat olumlu eleştiriler alan bu albüm sayesinde Pink Floyd, Jimi Hendrix ile turneye çıkma şansına erişir. Böylece grup yaptığı müziği daha geniş kitlelere duyurur. Her şey yolunda giderken grubun beyni olarak kabul edilen Syd Barret'ın ruhsal sorunları problem yaratır. Stüdyoya ve konserlere düzenli gelemeyen Barret'ın yerine David Gilmour davet edilir ve yavaş yavaş grupla çalmaya başlar. Barret yaklaşan sonun farkındadır ve eski dostu Gilmour'un gruba katılmasından rahatsızdır. Bunu, fotoğraf çekimlerinde dört üyenin arkasında durarak belli eder. Southampton konserine Barret'ı götürmeyen grup üyeleri sahneye dört kişi çıkar ve ipler tamamen kopar.
Ocak 1968'te Gilmour'un grubun ikinci gitaristi ve beşinci üyesi olarak tanıtılmasından 4 ay sonra Syd Barret'ın gruptan ayrıldığı resmen açıklanır.
İLK KAYIP SYD BARRET
Syd Barret'ın ayrılığına özel bir parantez açmamız gerekiyor. Barret, menajerler tarafından Pink Floyd için yeri doldurulamaz bir deha olarak görülüyordu. 'The Piper at the Gates of Dawn' albümünde bir şarkı dışında tamamen Syd Barret imzası vardı. Bu ayrılığın gruba hayati etkileri olur ve Barret'ın yokluğunda grubun söz yazarlığı görevini Roger Waters üstlenir. 1973'te çıkan 'Dark Side of the Moon' albümündeki tüm parçalara imzasını atan Waters böylece rüşdünü ispatlar. Sahne şovlarının da tamamını tek başına tasarlayan usta müzisyen grubun beyni ve lideri olur. Waters'ın otoriter ve katı liderliğinin grubun kaderini nasıl değiştirdiğine daha sonra geleceğiz. Kısacası Barret'ın ayrılığı Pink Floyd'un kaderini ve Roger Waters'ın müzik tarihindeki yerini etkiler.
BARRET'SIZ YILLAR
Barret sonrası vokal görevini Waters, Gilmour ve Wright üçlüsü dönüşümlü olarak üstlenir. İkinci albüm çalışmaları da başlamıştır. 1969'da 'More' filminin soundtracklarına imza atan grup, bir yıl sonra 'Atom Heart Mother' albümünü yayınlar. Albümün getirdiği başarı grubun Amerika turnesine çıkmasını sağlar. Hemen akabinde 'Meddle' yayınlanır. Bu albümde grubun ses efektlerini daha etkileyici kullandığı yönünde herkes hemfikirdir. Takvimler Mart 1973'ü gösterdiğinde müzik raflarında 'Dark Side of the Moon' albümü yerini alır. 50 milyondan fazla satarak dünya çapında bir rekora imza atan bu albüm Pink Floyd efsanesinin temel taşlarından biri olacaktır. Tüm parçaların birbirine tematik bir biçimde bağlı olduğu albümdeki şarkıların hepsi Roger Waters imzalıdır. Albüm, dünya ve insan sorunlarına daha yakından bakar ve grubun sonraki albümleri üzerinde de etkili olur.
HÜZÜNLÜ BİR ANI
1975'te tekrar stüdyoya giren Pink Floyd son albümün ses mühendisliğini yapan Alan Parsons'un kıymetini daha iyi anlamıştır. Yeni albüm'Wish You Were Here' için yine Alan Parsons'la çalışmak isteyen Roger Waters umduğu cevabı alamaz. Albümdeki 'Shine On You Crazy Diamond' ve 'Wish You Were Here' parçaları eski dostları Syd Barret'a yazılır, diğer parçalar ise müzik endüstrisine bir eleştiridir. Bu albümün hüzünlü bir anısı da vardır.
Kayıtlar sırasında Gilmour, Barret için yazdığı soloyu çalarken stüdyoya kel, şişman bir adam gelir fakat grup üyelerinden hiç kimse garip davranışlar sergileyen bu adamı tanıyamaz. Karşılarında duran kişinin Syd Barret olduğunu anlamaları uzun sürmez ve tüm ekip göz yaşlarına boğulur. Barret yaşadığı ruhsal sorunlar nedeniyle fiziksel olarak çok değişmiştir. Kısa bir sohbetten sonra Barret'a onun için besteledikleri parçaları dinletirler ve fırsat buldukça ziyaret etmesini isterler. Bu buluşma Pink Floyd ekibinin Barret'ı son görüşüdür.
UÇAN DOMUZ
İki yıl sonra 'Animals' albümü dinleyicilerle buluşur. Roger Waters, George Orwell'in Hayvan Çiftliği romanından çok etkilenir ve albümün temasını bu romandan esinlenerek kurar. Konserlerdeki tematik görsel şovların kahramanlarından uçan şişme domuz da bu romanın Pink Floyd'a katkısıdır.
Kaliteli bir kapitalizm eleştirisi olan 'Animals' albümü Waters ile Gilmour'un arasındaki sorunların iyice yüzeye çıktığı dönem olarak kabul edilir.
THE WALL (DUVAR) VE ÇÖKÜŞ
Montreal konserinde sürekli bağıran bir seyirciye tüküren Roger Waters, kendini seyircilerden soyutlamak ister ve sahneyle seyirci arasına 'Duvar' çekme fikriyle yazdığı parçaları 'The Wall' albümünde toplar. 1979'ta Waters'ın egemenliği altında çıkan 'The Wall' albümü tam anlamıyla bir baş yapıttır. 23 kez Platin Plak Ödülü'nü kazanan albümde 'Pink' adındaki hayali bir karakterin hayatını merkeze alan Waters; savaş, ihanet, babaya duyulan hasret konularını işlerken, eğitim sistemine de sert göndermelerde bulunur. Albümün başarısı 3 yıl sonra Alan Parker yönetmenliğinde 'The Wall' filmiyle süslenecektir. Kişinin kendine bir duvar örerek toplumdan soyutlanması, yabancılaşması ve korkularıyla baş başa kalmasını kusursuz bir müzikal şova dönüştüren Pink Floyd ekibi, ironik bir biçimde yıllar içinde birbirlerine yabancılaşmıştır. Roger Waters her geçen gün grup üyeleriyle arasına ördüğü duvara bir tuğla daha eklemektedir. En büyük kavgalar bu albümün kayıtlarında yaşanır, Roger Waters arkadaşlarını iyi performans göstermedikleri yönünde her fırsatta suçlar. Waters'ın grup üzerindeki otoritesinden rahatsız olan Rick Wright'ın ekipten ayrılmasını, Gilmour ve Mason'un bir süre gruptan uzaklaşması izler.
ZİRVEDE KALMAYA DEVAM
Her şeye rağmen albüm listelerde zirvede kalmaya devam etmektedir fakat Roger Waters 1983'te grubu dağıttığını açıklar. David Gilmour dağılma fikrini kabul etmez ve Pink Floyd efsanesini Roger Waters'ız devam ettirmek ister. Waters'ın bunu engellemek için her türlü hukuki mücadeleyi vermesi Gilmour'u devam kararından vazgeçirmez ve yola Waters'sız devam edilir. Son tahlilde "Pink Floyd dağılmadı" diyebilirsiniz fakat Syd Barret'tan sonra grubun en değerli ismi Roger Waters'ın kendi yoluna gitmesi, grubun sadık hayranlarının gözünde Pink Floyd'un dağıldığı anlamına geliyordu. Aradan uzun yıllar geçer. Bir daha bir araya gelmeyecekleri düşünülen dörtlü, 2 Temmuz 2005'te Londra Hyde Park'ta Live 8 konserinde sahneye çıkar. Grubun yeniden birleşeceği söylentileri ortalıkta dolaşsa da bu ilk ve son konser olur.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.