İzmir sanat kenti olmalı...
Evet, İzmir'e kimlik kazandırmak için önerilen formüllerden biri de bu...
Sanat kenti.
Başkan Kocaoğlu, elinin yetebildiği ölçüde, sanat yatırımlarını yapıyor kente, ne zamandır...
Ahmed Adnan Saygun bunun son örneği... Aziz Başkan metroda çuvalladı belki ama sanata yaptığı destekle, sanatsever ve sanatçıların gönlüne girdi.
***
Aslında bakılırsa, İzmir sanat kenti kimliğine en yakın şehirlerden biri...
Veriler onu gösteriyor.
Tek sorun, kendini pazarlayamaması...
İzmir Devlet Opera ve Balesi, ülkemizin en çok oyun sahneye koyan kurumlarından biri...
Çoğu eserin, Türkiye ve dünya premiyeri İzmir'de gerçekleşiyor.
Bunun yanı sıra İzmir Devlet Senfoni Orkestrası da, çağdaş bir konser salonuna kavuşmanın da moraliyle, birbirinden ünlü sanatçılarla, art arda konser geceleri düzenliyor.
Bu iki kurum, kent merkeziyle de yetinmiyor, çevre il ve ilçelerle oyunlar sahneye koyuyor, konserler düzenliyor.
Hele İzmir Kültür ve Sanat Vakfı'nın, her yıl düzenlediği festivallerde konuk ettiği dünyaca ünlü sanatçılarla, sanatın merkezi oluşuna ne demeli?
Üstelik, onca maddi zorluğa, onca sıkıntıya karşın, İzmirliler hiçbir şey hissetmiyor.
Demek ki sanat kentinde sanat, tıkır tıkır işliyor.
***
Sadece müzik alanında mı? Ya görsel ziyafet...
İzmir Devlet Tiyatrosu, her yıl birbirinden özel oyunlarla açıyor perdelerini... Herbiri çarpıcı, coşkulu, keyifli sahneler...
Yönetmenleri, oyuncuları, gördükleri ilgiden memnun... Çünkü her oyun kapalı gişe oynuyor, örnek oluyor.
***
Bu yazımın asıl nedeni aslında Yaşar Üniversitesi... İzmir'de sanata verdiği o inanılmaz katkıya...
Çünkü yazımın sonu, girişle ilintili.
Bir kere gidin görün, harika bir konser salonu var üniversitenin kampusü içinde...
Gurur duyuyor insan görünce, yaşayınca...
Birçok eksiği de gideriyor bu salon... Öncelikle, konser dinleme zevkini üst düzeye taşımayı...
Üniversitenin beyinleri, kampusu planlarken özen göstermiş bir konser salonu kazandırmaya...
Salon sadece konser değil, tiyatronun da hizmetinde aslında...
Akustuği çok iyi
Dedim ya, dört dörtlük...
***
Peki bunu nasıl edindim derseniz, art arda iki özel konseri, burada izleyerek...
İlki İdil Biret'ti, diğeri ise Suna Kan... İkisi de klasik müziğin ülkemizdeki zirvedeki temsilcileri...
Onları izlemek ayrı bir zevk, her sanatsever için...
Zaten salonun dolu olması da, ilginin açık bir kanıtı...
***
Bütün bunların ışığında, beni çok üzen bir tespiti de anmadan geçemeyeceğim.
Önceki gece Suna Kan'ı izlemeye gittim, arkadaşım Bülent Gürlük'le...
Üniversitenin gözbebeği, Oda Orkestrası eşliğinde harika bir geceydi. Ancak seyircileri dopdolu bu konserin basın tarafında koltukların boş kalması, çok üzücüydü.
Suna Kan gibi bir müzik devi, her zaman gelmiyor İzmir'e...
Kaçırılır mı?
Ama köşelerinden sanat konusunda ahkam kesenler, "İzmir sanat kenti olmalı" buyruğunu verenler, onu yaşamayı, onu hissetmeyi önemsemiyordu anlaşılan...
Bu özel gecenin basından konukları sadece birkaç kişiydi; ben, Bülent Gürlük ve iki muhabir arkadaşım...
Oysa sanat, yaşayınca anlam kazanıyor.
Evet, İzmirli gazeteciler olarak, rahatımıza düşkünüz, "Adam sende, kim gidecek o konsere şimdi, öncelikle popüler değil, sadece sanatseverin olması da sıkar beni, şöyle Bakan, başkan falan yoksa ne işim var orada" derseniz, gelecekte İzmir'in sanat kenti olmasında, en ufak bir katkınız olmayacak demektir.
Yazarak, söyleyerek bir yere kadar... Sanat, yaşayarak, değer kazanır.
SÖZÜN ÖZÜ
Hayat bir bisiklete binmek gibidir. Pedal çevirmeye devam ettiğiniz sürece düşmezseniz.
Claude Peppeer
Voltaire kadar hayatı sevebilsek...
Bu yazıyı kim kaleme aldı bilmiyorum. Ama yaşam üzerine öylesine ders verici ki... Sizlerle paylaşmak istedim.
***
Fransız düşünürü Voltaire (1694-1778), neredeyse bütün hayatı boyunca ya hastaydı ya hastalık hastası. 41 yaşında bir arkadaşına yazdığı mektupta 'yine' hastalandığından şiketti ve 'Birkaç yıllık ömrüm kaldı' dedi. Voltaire, bu mektubu bitirdikten 43 yıl sonra öldü.
****
Her Allah'ın günü bir şeyin kanser yaptığı veya kansere iyi geldiğinin açıklandığı bir dünyada yaşıyoruz. Sıska, sıkı ve sağlıklı yaşamak neredeyse din haline geldi. Voltaire, kolesterol, trigliserit, AIDS ve kuş gribinin bilinmediği çağların adamıdır. Bir şeyleri doğru yapmış olmalıydı ki, insanların genellikle kırkına gelmeden öldüğü on sekizinci yüzyılda, 84 yaşına kadar yaşadı ve bir daha kalkmamak üzere yatağa düşünceye kadar aktif bir hayat sürdü.
***
Voltaire'in uzun ömrünün sırrı ne olabilir? Uzun yıllar düşünür için sekreter ve uşak karışımı bir şey olan Sebastien Longcahmps, Voltaire'in hep insanın sağlığı tamamen kendi ellerindedir' dediğini yazdı. 'Bunun üç temel ayağı var derdi: Ayıklık, her şeyde ölçülü olmak ve hafif egzersiz yapmak. Kaza dışında, insanın başına gelen bütün hastalıklarda bizi sağlıklı halimize iade etmeye uğraşan doğaya yardımcı olmak yeter. İnsan aşağı yukarı her zaman diyetinde sıkı olmalı, uygun ve sürekli sıvı almalı ve hep basit şeyler yemelidir. Yanında bulunduğum süre içinde onu hep bunları yapar gördüm.'
***
Bunlar büyük bir sır değil aslında. Her şeyde ölçülü olmak aklı başında her insanın uyguladığı bir prensiptir. Bence Voltaire'in uzun ömrünün sırrı vücudunda değil kişiliğindedir. Voltaire uzun yaşadı, çünkü mutluydu. Öğrenmeye meraklıydı ve müthiş zengin olmasına rağmen, bir dakikasını boşa harcamadı.
***
Ölmeye vakti yoktu. Binlerce mektup, yüzlerce sahne oyunu, kitap, makale yazdı. Saray yavrusu evinde her zaman misafir vardı. 'Ben Avrupa'nın hancıbaşısıyım' dedirtecek kadar. Adaletsizliğe hiç tahammülü yoktu. İlkel Fransız yargısının hışmına uğramış insanları kurtarmak için, tek başına, tarihe geçmiş kampanyalar yürüttü. İnsanların hakları olmayan bir dönemde insan hakları için mücadele etti. Kiliseyle ve bağnaz rahiplerle yaşam boyu dalga geçti. Ölüm döşeğinde papazlar onu pişmanlık getirmeye, şeytanı lanetlemeye davet ettiklerinde 'Şimdi yeni bir düşman kazanmanın zamanı değil' dedi.
***
Voltaire'in en büyük özelliği yaşamdan zevk almasıydı. 'O kadar mutluyum ki utanıyorum' diye itiraf etti bir arkadaşına. 'Ben neredeysem dünya cenneti oradadır' demesi, onun yaşamı ne kadar sevdiğinin bir işareti...
Mesut Yar, yine hafta içi ekrana gelmeli...
Mesut Yar, bugün "benim" diyen birçok haberci ve yapımcının, mesleğinde emeklediği bir dönemde, adını televizyon dünyasına yazdıran bir gazeteci, genç bir duayen...
Bir dönem, HBB TV'de haberleri farklı sunumuyla dikkat çeken Yar, yıllardır Star TV'nin de sabah kuşağında, izleyiciyi hafta içinde gergin olan izleyiciyi hayata hazırlıyor, haberin mizahi karakterini ortaya çıkarıyor, hoş anektodlarla eleştirisini ortaya koyuyordu, çekinmeden...
Yeni yayın döneminde yoktu Mesur Yar... Bir de baktım, cumartesi sabah Mesut Yar ekranda... Çoğu izleyicinin tatil diye uyuduğu bir saatte... Yar'ın hafta içi kuşağında, bir süredir dine çağdaş ve sıcak bir yorum getiren Nihat Hatipoğlu almıştı, sabah sabah... Sabahın sekizinde din üzerine sohbet, haber kuşağına alışan izleyiciyi çekmeyen bir tarz aslında...
Onun için hafta sonu daha uygun kanımca...
Son günlerde cumartesi ve pazar günleri haber yorumlayan Mesut Yar'la yer değişmeli bence...