Her insanın hayatında özel birileri vardır; bir şekilde dokunmuştur yüreğine, kişiliğine önderlik etmiştir.
Hayata bakışına, yeteneğinin ortaya çıkışına yön vermiştir, destek olmuştur.
Topluma nefes aldıran insanlardır onlar... İyiyi, doğruyu, güzeli, bağımsızlığı, kendine güvenmeyi öğreten...
Benim için de öyle biri vardı, ortaokul yıllarında tanıdığım Fransızca öğretmenim Refik Suna... Tatlı sert bir insandı öğretmenim; o yıllarda "Şube" diye bilinen Karşıyaka Ortaokulu'nun da "etkin" bir eğitimcisiydi.
Davranışları ve eğitimciliği bu kimliğini ortaya koyuyordu.
***
Örneğin, ortaokula yazıldığım sırada, çektiğim yabancı dil kurasında İngilizce beklerken Fransızca çıkınca dünyası yıkılan bana ve benim gibilere Fransızca'yı sevdiren bir insan oldu, çok kısa sürede...
Benim yabancı dile yeteneğimi keşfetmiş, hep desteklemişti. Bu yeteneği geliştirmenin en etkili yollarından biri de "özgüven" kazandırmaktı.
Bunun için de kimsenin aklına gelmeyen ama benim yüreğime giren bir yöntemi vardı. Sınavlardan tam not aldığımda, diğer öğrenci arkadaşlarımın ödevlerini kontrol etme, hatta imza atma yetkisi vermişti bana ve diğer başarılı arkadaşlarıma...
Kimse onun ne büyük bir teşvik olduğunu o yıllarda düşünemezdi. Ben de...
***
Refik hocamın bendeki yabancı dil yeteneğini keşfetmesinin değerini, çok sonra, bu dilin yüksek öğrenimini yaptığımda anladım.
Fransız Dili ve Edebiyatı'nı bitirdiğimde, evime gidip yüreğimden haykırarak, "Teşekkürler Refik hocam" dediğimi dün gibi hatırlıyorum.
Sonra onu Alaybey çarşısında birkaç kez gördüm ama konuşamadım. Son kez bir markette karşılaştım, kendimi tanıttım. Hemen tanıdı, belleği süperdi. Fransızca mezunu olduğumu duyunca, gözlerindeki ışığı hissettim; gazetecilik yaptığımı, Yeni Asır'da çalıştığımı öğrenince ise daha mutlu oldu, "Aferin sana Hürol, ama gazeteciliğe dalıp Fransızca'yı unutma, bol bol kitap oku" dedi bana...
Sonra elimi sıkıp gitti. Bir daha göremedim onu....
Ta ki, torunu Yiğit Akay'ın, benim, 2 yıl önce "Hayatımı etkileyen öğretmenlerim" adlı yazımda, dedesinden söz ettiğimi internetten okuduğunda, bana gönderdiği mesajla öğrendim neden göremediğimi...
İşte o satırlar...
***
"Kuzenim bana gönderdi yazınızı. Yazınızda bahsettiğiniz Refik Suna benim dedem. Dedemin ismini sizin yazınızda görünce çok duygulandım.
Ben çocukken dedemle birlikte Karşıyaka Çarşısı'nda Tiyatro Sokağı'ndaki pasajlardan birindeki Can Eski Kitapçısı'na giderdik. Bana kitap sevgisini dedem aşılamıştı. Kitapçının sahibi Can Bey de dedemin Şube'den oğrencisiymiş. Dedem onu görünce hep eski günlerden konuşurlardı. Neredeyse her çarşıya çıkışımızda dedemi bir öğrencisi görür, "Hocam" diye seslenerek yanına gelir hatırını sorardı. Dedem o kadar mutlu olurdu ki mutluluğunu gozlerinin parıltısından anlayabilirdiniz. Eğer hayatta olsa ve yazınızı okusaydı, ögrencisinin onu unutmadığını görüp çok mutlu olur ve gururlanırdı.
Yıllar geçse de dedemin duruşu hiç değişmedi. Ailesinin gözünde hep gençti, dinçti ve örnek alınacak insan modeliydi.
Cumhuriyetin ilk neslinden yetişen bir öğretmen olmanın ona yüklediği sorumluluğu hayatının son gününe dek yerine getirdi. Cumhuriyetin aydınlanmacı ideolojisini, bilimin ve bilimsel yöntemin önemini ulaşabildiği insanlara anlatmayı emekli olduktan sonra dahi sürdürdü.
Mesleğine ve Fransızca'ya aşık bir insandı. Hayatının sonuna kadar Fransızca'dan kopmadı. Dedemi 2 Aralık 2007 tarihinde 82 yaşında kaybettik. Hayattaki son gününde Muammer Aksoy Parkı'ndaki Tersane Cafe'ye gitti, çayını içti, Alaybey'deki evine döndü, sandalyeye oturdu ve son nefesini verdi. O sıralarda okuduğu Fransızca bir roman, sayfaları arasındaki ayraç, o gün olduğu yerde durduğu halde, hala dedemin kitaplığında duruyor. Ben o sırada 22 yaşındaydım. Benim ve hayatında yer aldığı herkes için özel bir insandı. Dedemi kaybettikten sonra her sevinç buruk kaldı..."
***
Refik Suna, tutkulu bir Cumhuriyet aydınıydı. 1925 yılında Denizli'nin Denizler köyünde dünyaya gelmiş, çok sıkıntılı bir çocukluk dönemi geçirmiş, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu ilk yıllarında yaşanan sancıları birebir hissetmişti. Denizli Lisesi'nden mezun olmuş, İstanbul Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü'nün ilk öğrencilerinden olmuştu.
Sarsılmaz bir Atatürkçüydü. Hayatının sonuna dek, ilkelerini savundu. Bu ilkelerin başında, nitelikli, güçlü, kültürlü insan yetiştirme gayesi vardı.
Hayatı boyuna buna önem verdi. Gençlere yol gösterdi, ışık oldu.
Bu aydın kimliğiyle de gerek bende, gerekse ondan eğitim alan dönem arkadaşlarımda unutulmayacak bir iz bıraktı.
Şimdi görüyorum da, onun gibi, nitelikli insan yetiştirmeye özen gösteren, "Toplumsal bilinç"i önemseyen eğitimci, günümüzde kalmadı desem yeridir.
Oysa her çocuğun, kendisine güven aşılayan, yol gösteren, yüreğini kazanmak için emek veren öğretmene ihtiyacı var.
Bizler şanslıydık. Bu yüzden Refik hocamıza ve onun gibi çağdaş öğretmenlerimize çok şey borçluyuz.
Sonsuza dek ışıklar içinde yatsın.
GÜNÜN SÖZÜ
Bir kalbin içinde ne taşındığını asla bilemezsin.
Kırmadan önce iyi düşün. Belki de içindeki sensin.
William Butler
Uzmanları boşuna yetiştirmişiz!..
Türkiye son yıllarda, bir değişim hamlesi içinde... Ancak çoğu, inanın boşa kürek çekmekle eşdeğer...
Neden derseniz, anlatayım...
***
Türkiye, son yıllarını anayasa değişikliği tartışmaları içinde geçirdi. 1960'ta da bu yaşandı, 1982'de de...
Politikacıların gerdiği toplum, her yapılana "evet" dedi, anayasa iki yılda yaz boz tahtasına döndü.
Aynı şey şimdi de yaşanıyor. AK Parti, "suyun başı benim" diyor, muhalefet, "Öyle her istediğini yapamazsın" diye karşı çıkıyor.
Tam bir kısırdöngü hakim.. Göreceksiniz, bu anayasa kabul edilse de, birileri yine çomak sokacak, delikli fıçıya dönüşecek o kutsal vatandaşlık kitabı...
***
Şu, 4+4+4 eğitim modeli tartışmalarının, anayasa çekişmelerinden farklı var mı Allah aşkına...
Teklifi getiren Ak Parti yönetimi... Ancak sadece onlar olumlu bakıyor projeye, geriye kalan herkes karşı...
CHP'si, MHP'si, BDP'si ve diğer partiler, işadamları, sivil toplum örgütleri...
Doğrusu ben de iyi ya da kötü, çocuklarımızın önünü açacak ya da kapatacak diyemem, çünkü uzman değilim... İşte işin püf noktası da bu...
Zira, bu ülkenin yetiştirdiği psikologlar kadar, pedagoglar kadar, eğitim bilimciler kadar işin doğrusunu kimse bilemez.
Onlar susuyor, politikacılar vır vır konuşuyor, konuşmak da yetmiyor, yumruklaşıyor.
Tıpkı, 70'li, 80'li yıllarda yaşananlar gibi...
***
Oysa, bu ülkenin yetiştirdiği nice değerler var. Kimi sağ görüşlü, kimi sol... Kimi Atatürkçü kimi dinci...
Ataisti de var putperesti de...
Her biri anayasa profesörü, psikolog, pedagog, sosyolog, eğitim bilimci... Bu işe hayatlarını vermişler, vatan için göreve çağırsan koşa koşa gelirler.
Çünkü her biri yüreğinde, "Ben bu vatana borcumu nasıl öderim" beklentisiyle yaşar.
***
Anayasa mı değişecek yoksa eğitim sistemi mi?
Hangi görüşten olursa olsun, davet edersin bu uzmanları, her türlü imkanı verirsin ellerine... Mevcut projeleri, muhalefetin görüşlerini anlatırsın.
Daha sonra onlar toplanır bir yerde; görüşürler, şiddetle tarşılırlar, artıları eksileri görürler, sonunda ortak bir noktaya varırlar. Kimsenin de bu sonuca itirazı olmaz.
Enerjimizi boşa tüketiyoruz boşa...
Çünkü toplumsal değişimleri en iyi bu işin uzmanları süzer, politikacılar değil...
Artık bu işleri ehil ellere bırakalım. Kuşku götürmez tek doğru bu...