Maç, ha başladı, ha başlayacak...
Takım kurgusuna baktığımda, 'Şenol Hoca, şapkadan, yine enteresan bir şeyler çıkartıyor!' dedim, kendi kendime...
Dorukhan'a görev vermesi, elbette tartışılmaz.
Çünkü, naçar kalmıştı bu konuda, çünkü başka alternatifi yoktu, eldeki mevcutlar içinde...
Ne zamandır futbol topunun ihanetiyle karşı karşıya kalan Karius'un yerine, Tolga'nın vazife almasına sevindiğimin altını çizerken, hiç bir eve lazım olmayan Oğuzhan'ın forma alması ve o Tolgay'ın kenarda oturması, bayağı gücüme gitmişti hani!
Fazla ümitli değildim, maçın başladığında...
Kendi yarı alanlarına gömülür, 'zavallıları oynarlar!' diye düşünüyordum, ilerleyen dakikalarda... Ruh halim, müthiş bir 'şüpheciydi!' yani...
Ne idüğü belirsiz, kimin kime gol atacağı belli olmayan karşılaşmanın dakikaları ilerlerken, Şenol Hoca'nın zaman zaman gücendirdiği, Beşiktaş'ın vallahi, billahi, tillahi, o göze batan tek oyuncusuydu Quaresma... Golü yapıştırmasına, ne sevindim, ne sevindim, bilemezsiniz...
Hiç umulmadık bu durumu yakalamışken, Mustafa'nın karşı karşıya kaldığı o pozisyonu değerlendirememesinden sonra, 'Acaba Beşiktaş, sonucu koruyabilecek mi?' diye, nasıl da karalara bağlandım, anlatamam...
Maç, ikinci yarının ortalarına gelindiğinde de, 'kör dövüşü!' şeklinde ilerlerken, sonuç konusunda, müthiş şüpheciydim...
Çünkü; her an hata yapabilecek oyuncularla doluydu, her iki taraf! Yani; kimi öldüreceği belirleyemeyen ve her an patlayacak pimi çekilmiş bir bomba, dolaşıyordu ortalarda!
Son çeyrek... Müthiş, bir bilgisayar oyunu düzleminde oynayan Beşiktaş'ı izler, heyecandan tam ayağa kalkmışken, Genk'in gölüyle düştü kulaklarım!
Şimdilik geçelim kaybı... Yazık oldu üç puana, çok yazık! Şunu da gördük ki Beşiktaş, anladık ki yeri gelince birer 'nefer!' gibi savaşabiliyormuş...