İki yaşındaki bebecik arka arkaya dizdiği oyuncakları annesine göstermek için sabırsızlanıyor, sürekli eteğinden çekiştiriyor. Karnesini alan çocuk da evine koşarken yine benzer heyecanı yaşıyor, bir an önce anne babasına gösterme telaşında.
Üniversitede istediği bölümü kazanan ya da herhangi bir alanda başarı elde eden genç de. Sahneye çıkan müzisyen, alkışları aynı heyecanla bekliyor. Tıpkı kitabını bastırıp yorumları okuyan yazar gibi. Doktor, yaptıkları ile tanındığında mutlu oluyor, akademisyen uluslararası başarıları ile duyulmak istiyor. Bazen tuttuğumuz takım ile özdeşleşip, onun şampiyonluğu ile kendimizi duyurmaya çalışıyoruz.
Hepsindeki ortak amaç, görülmek isteği...
Sosyal medyada beğeni sayılarına olan takıntının da, marka düşkünlüğünün de sebebi, yine aynı:
Görülüp, değer görme arzusu...
Ancak, görülmek için artan çaba ne acıdır ki, değersizlik hissini artırmaktan öteye geçemedi. Çünkü görmeden görülmeye çalışmak, gören gözleri de kör etti. Tek başına kalan ve kendini yalnızlaştıran insanoğlu, kendinden başkasını görmeyi unuttu...
Unuttukça egosunu daha da şişirdi...
Şişirdikçe daha da yalnızlaştı. Yani çoğunluk, sadece kendine ve yanlış şekilde odaklandı.
Kendini ve diğerlerini geliştirmek olsaydı o odağın merkezi, farklı olabilirdi. Konu sadece görünmek olunca içerik çok boş kaldı.
Bu yüzden algı oluşturmak kavramı yerleşiverdi yaşamımızın göbeğine. Algı olgudan öne geçince, gerçekler de bulanıklaştı haliyle. Algı mı önemli artık, olgu mu; tartışılır oldu...
Ya da tartışılmadan algılar doğru kabul ediliverdi. Algının da çok beğenili olanı daha makbul sayıldı.
Görülmek isteyen insanın çoğunluğa dahil olarak fark edilmeyi beklemesi de başka bir çelişki oldu haliyle...
HEP AYNI ISTEK
Bu istek, yalnız bu çağın derdi değildi elbette. Tarih boyunca insanoğlu görülmek istedi. Bu yüzden şöhrete, nama böylesine değer verdi. Görülmek isteği çoğu zaman zaman beni gör çığlıklarına dönüştü: Sessiz ama, ruhu kanatan...
Ancak, hiçbir devirde bugünkü gibi bir çılgınlığa dönüşmedi, çocukluk travmaları ortalığa dökülmedi sanırım.
Patolojik sınıra yaklaşmadığında onaylanmak, takdir görmek, fark edilmek her yaştan insanın ihtiyacı aslında. En çok da çocukların.
Özgüvenlerinin sağlıklı şekilde gelişmesinin olmazsa olmazlarından...
Bu yüzden, çocuklarımızı görelim, görmekle de yetinmeyip takdir edelim.
Hatalarını da görelim elbette, sonra da yol çizmelerine yardımcı olalım...
Hataları olsa da onları çok sevdiğimizi, sevmekten vazgeçmeyeceğimizi gösterelim. Özgüvenlerini geliştirmenin yolu, onları görmekten geçiyor yani.
Sonrasında, gelecekteki ve hatta bugünkü hayatlarını istedikleri yönde, başarı ile kurmalarının yolu da özgüvenden elbette.
ONAY VE TAKDIR
Ve unutmayalım ki, çocukluklarında onları görür, onaylar, yeri geldiğinde de içi dolu takdir sözcükleri duymalarını sağlarsak; evlatlarımız kendilerini doğru ifade eden , doyumlu bireyler haline gelecekler.
Başkalarının onayına çok da ihtiyaç duymadan, hatta bu onaya bağımlı olmadan. Yani özgür, yani başarılı, yani faydalı olacaklar...
Ve kendilerinden emin olmanın güveni ile çok daha sağlam adımlar atacaklar. Doğru bildikleri yolda, ilkeli davranacaklar...
Kişilere ve zamana göre değişmeyen duruşları olacak.
Esnek ve kendini geliştiren düşünce ile ilkesiz duruşu birbiriyle karıştırmayacaklar. Bu duruşla yeri geldiğinde yanlışlarından dönmeyi de, özür dilemeyi de bilecekler. Yani, insanlık kavramının içini doldurmada görülmüş olmanın sayesinde yol alacaklar. Ve bunların hepsi , sadece onları görmekle başlayacak...
Gerçek anlamda bakıp, gördüğümüzü göstermekle...
Sizleri gören, güzel bakan gözlerin tüm hayatınız boyunca var olması dileği ile...