Pardon, burası Atina mı?
Ardından tuhaf bir şey oldu: Memlekette kendisine ne kadar "liberal" diyen adam varsa dört bir koldan saldırıya geçtiler. Efendim bu ulusalcı sloganlar camilere nasıl asılırmış? İşte bu tepkileri duyduğum an ağzımı bozduğum andır.
"Ne mutlu Türküm diyene, milli birlik esastır, ordumuza şükran borçluyuz" sözleri ne zamandan beri sakıncalı sloganlar oldu? Bu sloganlar bizim millet olarak hissiyatımızın ifadesi değil mi? Bu sözler vatanın her yerinde, bu arada camilerin içinde de dışında da sergilenmesi, bırakın sakıncayı, şart olan sözlerdir. Bu bahsi burada kesiyorum, çünkü kontrolümü kaybediyorum.
Ne mutlu Türküm diyene!
Bir Baykal ayıbı daha
Olayı anlamaya çalışalım: "Demokratik açılım" adı verilen ve Kürt sorununu çözmeyi amaçlayan bir devlet projesi yürütülmekte. Cumhuriyet tarihimizde ilk kez bir sivil hükümet bu çapta bir projenin moderatörlüğünü yapıyor.
Esasen bu demokrasimizin gelişmişlik düzeyini göstermesi bakımından da çok anlamlı bir olay. Sorunun hassasiyeti nedeniyle hükümet çözüm projesine olabildiğine geniş bir katılımı öngörüyor. Açık uçlu bir süreçte herkesin görüş ve düşüncelerini oluşacak olan çözüm modeline yansıtmayı düşünüyor.
Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti'nin seçilmiş Başbakan'ı muhalefet partilerinden ve tabii ana muhalefet partisinden randevu talep etti. Sen misin randevu talep eden? Ülkenin Başbakanı'na ağız dolusu hakaretler. Bu arada CHP bu talebi reddetmenin yarattığı sakil durumdan rahatsız olmalı ki, randevu talebini yarım ağızla kabul etti.
Ama nasıl bir kabul? İşi oyuncağa çevirdi Baykal. Önce bir mektup tartışması başladı. Ondan sonra, "Görüşürüm ama kasete alınırsa" şartı. Ve tuhaf kıyaslamalarla bu tartışma sürüyor. Şimdi sormak lazım, CHP'nin bu davranışındaki nezaket eksikliğini bir tarafa koyalım, bunca önemli bir ülke sorunu karşısında bu denli ciddiyetsiz bir tutum takınan bir partiye, ülke yönetme sorumluluğu teslim edilebilir mi? Ya Deniz Baykal'a ne demeli? Davranışı devlet adamlığı davranışı mı?
Vay genç adam vay!
Ne havaydı o öyle. Kürsülerde esip gürlüyordu. İktidar vaat ediyordu. "Milletime canım feda" diyordu. Kurduğu partinin amblemi de ay yıldızdı. En fazla Türk, en fazla milliyetçi olduğunu haykırıp duruyordu. Bu havayla 2002 seçimlerine girdi. Ülke genelinde yüzde yedi gibi çok yüksek bir oy aldı. Bütün yerleşik siyasi parselasyonu altüst etti. DYP gibi güçlü partileri dahi sandığa gömdü o milliyetçi genç adamın partisi. Bu arada bizim gani gönüllü aslan İzmirliler de bu genç adama yağdırdılar oyu.
Neredeyse yüzde yirmiye yakın oy aldı Genç Parti İzmir'den. Sonuç: Bu genç adam, yani Cem Uzan ve ailesi önce tarihin en büyük mali sahtekarlığından yakalandılar. Bir kısmı ülkeden kaçtı. En son olarak geçen hafta bu kriminal ailenin milliyetçi çocuğu da Fransa'dan sığınma hakkı talep etti.
Bu olaya hiç kızamıyorum bile. Sadece o genç adama, onun eşine ve çocuklarına acıyorum. Ve bu olaydan payıma düşen dersi de fazlasıyla alıyorum: Milliyetçilik, vatanseverlik demek ki parti kurarak, meydanlarda bol vaatli nutuklar atarak, hamasetin en koyusunu vazederek olacak bir iş değil; başka bir şey.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.