Bir engelliyi taklit etmek!
Eskiden televizyon sunucularının, spikerlerin en büyük korkusu canlı yayınlardı...
TRT'nin "altın sansür" yıllarında, çok kişi, "bir tek hatalı" kelimenin bedelini, işlerine son verilmesiyle öderdi...
Geri dönüşü mümkün olmayan gaflar, kırılan potlar affedilmezdi...
Gel zaman git zaman, TRT'nin yanında pek çok özel kanal açıldı...
Onlar da yetmedi, hayatımıza sosyal medya denilen bir tuhaf sanal dünya girdi...
Ama ne giriş!
***
Hepimiz elimizde her gün canlı bomba taşıyor gibiyiz oysa...
Ve o bombayı, neredeyse pamuklara sarıp sarmalayıp, gözümüz gibi bakıyoruz...
Çok sevdik bu tuzaklarla dolu yolculuğu...
Ve hiçbirimizin vazgeçmeye niyeti yok!
Neden?
Çünkü beğenilmeyi seviyoruz!
Her "like" ruhumuza iyi geliyor...
Ama eğlenmek, gülmek, beğenilmek, like edilmek için yaptığımız bir paylaşımın sonuçlarını bazen düşünmüyoruz...
Buna ne demek lazım bilmem...
Belki de "sanal bir şuursuzluk" halidir!
***
Şuursuzluğun son örneğini Akdeniz Üniversitesi'nden bir genç kız sergiledi...
Bir tramvay yolculuğunda "engelli" taklidi yaptı ve bunu sosyal medyada paylaştı...
Taklit!
Yani alay etmek...
Bedensel bir sorunu, acımasızca komediye dönüştürmek...
Arkadaşlarının kahkahaları eşliğinde şovunu sürdürmek...
***
Keşke o üniversiteli kız, taklit yerine empati yapmayı deneseydi...
O videoyu çektiği tramvaya, tekerlekli sandalye ile binmeye çalışsaydı...
Spor ayakkabı ile bile yürümekte zorlandığımız o kırık dökük kaldırım taşlarında koltuk değneğiyle ilerleseydi...
Karşısına bodoslama bir ağacın, duvarın çıktığı, "labirent" gibi sarı çizgilerde adım atsaydı...
Sonra sokağa çıktığında gezmeye çalışırken, engelli yoluna park etmiş bir araba görseydi...
Belki içinden tekerlekli sandalyesi ile o arabanın üzerinden dozer gibi geçmek gelirdi!
Kim bilir...
***
Sesler...
Birisi ona "işaret diliyle" şarkının, notaların, müziğin ne demek olduğunu anlatsaydı...
Algılamaya çalışsaydı, "duyulmayan bir şarkıyı"... O ellerini, bileklerinden büküp, kendini engelli yapmaya çalışmış ya... O ellerle kulaklarını kapatıp, dünyanın sesini bastırsaydı...
O sessizliğin, günler, haftalar, aylar, yıllarca sürdüğünü düşünseydi...
Bitmeyen bir sessiz film!
***
Ve yine o elleriyle kapatsaydı gözlerini...
Çıksaydı evinden, o tramvay durağına gitseydi... Dedik ya, o labirent gibi sarı çizgilerden ilerle diye...
Hayata çarpa çarpa yürüseydi o yolda...
***
Belki o zaman anlardı...
Taklit değil, empati yapması gerektiğini...
Bir engelli gördüğünde onunla dalga geçmek yerine, gülümsemesinin gerektiğini...
Saçma sapan bakışlarla "taciz etmek" yerine, içten bir el uzatmanın önemini...
***
Ama işte, "like şuursuzluğu" diye bir şey var hayatımızda...
Tıpkı eski dönemlerin canlı yayın hataları gibi...
"Paylaş" tuşuna basıp gönderdiğinde artık çok geç olabiliyor...
Hayat, bir "iş" olmadığı için, kimse bu "hatanın" bedeli olarak seni kapının önüne koymuyor elbette!
Ama vicdanın seni "hayatın" dışına itebiliyor... Hatta sanal dünya bile kabul etmiyor seni...
Like almayı beklerken, sosyal medya seni adeta kağıt gibi buruşturup çöpe atıyor!
Sonra istediğin kadar özür videosu çek!
Seni, yaptığın çirkinliği, vicdansızlığını kimse unutmuyor ve seni beğenmiyor!
Sanal dünyanın utancı üzerinde sonsuz bir "hashtag" olarak kalıyor!
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.