17 Ağustos, hayatımızda bir dönüm noktası oldu. On binlerce insan hayatını kaybetti, daha fazlası yaralandı, çoğu sakat kaldı. Bir o kadar insan evsiz kaldı, malını, mülkünü, her şeyini kaybetti. Birçok yaşam alt üst oldu. Millet olarak büyük travmalar yaşadık, yeni korkularla tanıştık. Aradan 14 yıl geçti. Eskisi kadar gündeme taşımasak da her 17 Ağustos'ta kalbimiz sızlıyor, yüreğimiz acıyla doluyor. Yakınlarını kaybedenler ise bir kez daha ölüyor.
Depremde oğlunu, annesini ve babasını kaybeden gazeteci arkadaşımız Cüneyt Cebenoyan, "Büyük travmalar yaşamamış insanlar zamanla bazı şeylerin izinin kalmaması gerektiğini sanıyorlar. Oysa zaman bazen hiçbir şeyi çözmüyor. Yara içten içe işlemeye devam ediyor" diye yazmış Birgün Gazetesi'ndeki köşesinde. Son zamanlarda okuduğum en içten, en dokunaklı, en güzel yazı. Mutlaka okuyun.
YASEMİN CEBENOYAN
Hiç kolay değil yaşananlar. Cüneyt'in yaşadıkları hiç kolay değil. Soyadı size bir şeyler hatırlatmıştır. Evet, o 1994 yılında The Marmara Pastanesi'nde patlayan bombada hayatını Onat Kutlar ile birlikte kaybeden Yasemin Cebenoyan'ın kardeşi.
Ablasının ölümüyle sarsılıyor ailesi. Anne bir daha eskisi gibi olamıyor. Eskisi gibi olmak istemiyor zaten. Kızı Yasemin için şiirler, kitaplar yazıyor, anma toplantıları düzenliyor.
"Yasemin o gün evden çıkmayı hiç istemiyormuş ve annemden Beyza'ya telefonda 'Yasemin evde yok' demesini istemiş. Ama ya o söylemekte geç kalmış ya annem yalan söylemeyi becerememiş ve Yasemin, Beyza'yla konuşup randevu vermek zorunda hissetmiş kendini."
ÖLÜM VE YAŞAM
Bu yüzden kendini suçluyormuş annesi. Bugün Cüneyt'in, oğlunun ölümünden kendini sorumlu tuttuğu gibi. "Ama bu hikaye yaşanmış olmasa da bir yakınını kaybedenler bilir hayatta kalanın suçluluk duygusunu. Bu duygunun mantıklı bir nedeni olması gerekmez. O ölmüştür ve siz yaşıyorsunuzdur. Demek ki yapmanız gereken bir şeyi eksik yapmışsınızdır. Ya da siz de onunla birlikte ölmemişsinizdir. Niye?"
Ablasının ölümü sonrasında karısı Ayşegül'le, ölüme yaşamla cevap vermeyi seçiyor Cüneyt Cebenoyan. İki çocuk yapmaya karar veriyorlar. Şansları yaver giderse bir erkek, bir de kız çocuğu istiyorlar ve bu kararın ardından Ali dünyaya geliyor. Kaderin çok acayip bir tesadüfü, Ali doğacak gün olarak 30 Aralık'ı yani halası Yasemin'in öldüğü günü seçiyor.
17 AĞUSTOS
Her ne kadar babaanne kızının yerine geçme umuduyla kız torun beklediği için başta Ali'ye alışamasa da zamanla Ali, babaanne ve dedenin yaşam sevinci oluyor. Ta ki 17 Ağustos'a kadar...
"Annemler Fethiye'ye tatile gitmek istediler Ali'yle birlikte. Ama arabalarının arka koltuğunda emniyet kemeri yoktu. Öyle olunca da bebek koltuğunu bağlamak mümkün değildi ve bu riskli bir şeydi. Biz, emniyet kemeri olmadan yola çıkmalarına itiraz edince onlar Fethiye seyahatinden vazgeçtiler ve Yalova'da, Yüksel Sitesi'ndeki yazlıklarına gitmeye karar verdiler."
Depremden iki gün önce Cüneyt ve Ayşegül de Yalova'daymış. 15'i akşamı annesini, babasını ve Ali'yi son kez görüyor. Vedalaşıp İstanbul'a dönüyorlar. Aradan 27-28 saat geçmeden korkunç bir sarsıntıyla uyanıyorlar.
Depremin merkezinin Gölcük olduğunu öğrendiğinde hemen yola çıkıyor. Feribot rıhtıma yanaşırken o kadar büyük bir sorun yok gibi gözüküyor. Minibüse binip "Yüksel Sitesi" dediğinde bir gariplik olduğunu seziyor. Yüksel Sitesi'ne geldiğinde ise sitenin yerinde olmadığını görüyor.
GEÇMİŞ VE GELECEK
"Birkaç gün sonra Ali'nin oyuncakları ve giysileri çıkmaya başladı enkazdan. Artık yaşama şansları kalmamıştı. Ve Ayşegül'le ben, o an orada olmak istemedik. Arkadaşlarımız ve akrabalarımız çıkardı Ali'yi, annem Tuncay'ı ve babam Hikmet'i. Onları ölü olarak hiç görmedim. Görmeliymişim diye düşünüyorum hala. Sanki öldüklerini hala anlamış değilim. Belki de bu nedenle, onları ölü olarak hiç görmediğim için anlayamıyorum, kavrayamıyorum öldüklerini."
Sonrasında hayatları kökünden değişiyor doğal olarak. "Deprem benden hem geçmişimi hem de geleceğimi aldı" diyerek bu altüst oluşu anlatıyor yazısında.
Ama işte hayat devam ediyor. Kızları Elif dünyaya geliyor. Bir baba olarak mutlu ama "Zaman bazen hiçbir şeyi çözmüyor ve yara içten içe işlemeye devam ediyor." Ve o yakınını kaybeden herkesin duyduğu suçluluk duygusuyla soruyor kendine: "Bilmiyorum, neden deprem sırasında Yalova'da olmadığımı, neden onları orada bıraktığımı, neden oğlumu kucağıma alıp balkondan atlamadığımı, neden Fethiye'ye gitmelerine izin vermediğimi..."