Yaz geldiği zaman, benim köşem de susuzluğa terk edilmiş çiçekler gibi yavaş yavaş solmaya, kurumaya yüz tutuyor.
Neden? Çünkü çiçeklerin serpilmesi için nasıl ki güneşe, suya, hatta sevgiye, kendisiyle konuşan, yapraklarını okşayan bir ele ihtiyacı varsa, bu çerçevenin içini doldurmak için de öncelikle bir konuya ihtiyaç var. Ve ne yazık ki Türkiye'nin üçüncü büyük ili İzmir'de, yazın bir kültür sanat köşesine konu yaratabilecek nitelikte etkinlikler yok.
EXPO'yu hedefleyen, çağdaşlığın kalesi olmakla övünen (aslında avunan) bir kentin kültür yaşamı, sanat damarı kesilerek nasıl beslenecek sizce?
Beslenemeyecek. Öyleyse malzemesi 'kültür sanat' olan 'Fuaye'nin içini her gün neyle dolduracağım ben? 'O da senin yaratıcılığına kalmış' der gibi kaş çattığınızı görebiliyorum.
Ha, köşe yazmanın kolay yolları da yok değil. Ama benim ne magazine kaçıp köşemi sulandırmakla işim olur, ne de durmaksızın yediğim, içtiğim, gezdiğim mekanların reklamını yapmakla...
***
Anlayacağınız, bu sanatsızlık ortamında zihnim tamamen sarpa sarmış durumda yani. Elbette zihin sarpa sarınca, insan da saracak yer arayıp duruyor. Ve benim gibi sıkıntıdan uğraşmak için en yakınındakini seçiyor. Tabii 'sarma' psikozunun insanı nerede yakalayacağı belli olmuyor.
Geçen gün beni evde yakalayıverdi örneğin.
Eşim, geçmiş piyanonun başına, İzmir Operası'nın açılışını yapacağı yeni eserindeki partisini çalışıyor.
Ben de ellerim ardımda dolaşırken, bir yandan kulak kabartıyorum. Derya'nın çalıştığı eser 'Çingene Baron' opereti. Ama o da ne, kimi kelimeler hiç de yabancı gelmiyor kulağıma. Yoksa rüyamda Almanca'yı söktüm de farkında mı değilim! Yok yahu, ne Almancası, basbayağı Türkçe sözler duyduklarım.
Şaşkınlıkla atılıyorum ve soru yağmuruna başlıyorum.
***
Meğer Johnn Strauss'un ünlü opereti Çingene Baron Türkçe olarak sahnelenecekmiş. Müzikalitesi olağanüstü güzellikteki eseri, İzmir Operası eminim ki büyük bir keyifle izletecektir bize...
Yeter ki şu sezon açılsın, tiyatrolar, operalar 'perde' desin artık.
İzmir'in yaz kültürsüzlüğünden sıyrılıp da sanat sezonunun açılmasına yaklaşıldıkça, sabırsızlığım iyice arttı.
'Atatürk ve Can Yoldaşı Nuri Conker'
Bu aralar kendimi kitaba verdim. Şimdilerde, Yaşar Gürsoy'un 'Atatürk ve Can Yoldaşı Nuri Conker' adlı eserini okuyorum. Ben alana kadar kitabın ikinci baskısı çıkmış bile... Nuri Conker'in, Ata'nın en yakın dostu ve ona adıyla seslenen tek arkadaşı olduğunu biliyordum. Ancak, Mustafa Kemal'in, Salih Bozok ve Kılıç Ali gibi daha sonradan anılarını yazan arkadaşlarıyla ilgili derin bir bilgiye sahip olmamıza rağmen, soyadını Conkbayırı Taarruzu'ndan alan Nuri Conker ise her zaman gizemini koruyan tarihsel bir kişilik halinde kalmıştır.
Deneyimli gazeteci Yaşar Gürsoy, 'Atatürk ve Can Yoldaşı Nuri Conker' eserinde, canlı tanıkların şimdiye dek hiç günyüzüne çıkmamış anılarına ve anlattıklarına yer vererek, Atatürk dönemine de detaylı bir bakış getirmiş. Ayrıca tarihte aldığı önemli rollere rağmen gizemli kalan Conker'i insani yönden tanımamızı da sağlamış.
Kitabı tamamladığımda, ilginç yönleriyle yeniden köşeme taşıyacağım ama size şimdiden bu eseri okumayı atlamamanızı öneririm.