Cep telefonu hayatımızın vazgeçilmezi oldu, ne kadar inkar etsek de böyle... Özgürlüğümüz, geleceğimiz artık "cep"in ellerinde... Onsun olmuyor, onunla da...
Abartılı görünse de, gerçek böyle...
"Cep"in becerilerine bıraktık artık hayatımızı, onurumuzu, özelimizi... O, sır sakladığı zaman sorun yok ama çıkarı için harekete geçerse, hayatımızın kabusa dönüşeceğine hiç kuşkum yok.
Birileri tarafından dinlenmek, işte bu "cep çağının" kışkırtıcıya açtığı olanaklara davettir örneğin... Sen istediğin kadar dürüst ol, onun eli güçlü, istediği zaman hayatını cehenneme çevirecek kapasitede üstelik...
Şaşkınlıkla, korkuyla yaşadıklarımız hep, bunun sonucu...
***
"Cep"in topluma yarattığı baskılardan biri de, bu cihazların ana kaynağı, olmazsa olmazı, baz istasyonları...
Çevreye radyasyon yaydığını, kanser etkisi yaptığını bilmeyen yok. Bilimadamları, akademisyenler sürekli uyarıyor.
Baz istasyonlarının toplumun çok dışına, etkisinin güçlü olmadığı bölgelere konulması konusunda, fikir birliği var.
Ancak sadece bilim çevresinde...
Cep telefonu şirketleri ve yerel yönetimlerin bu konuda, toplumun yanında bir adım attığını henüz görmedim. Belki göstermelik tepkiler, o kadar...
Oysa insan sağlığı her şeyden önemli. Bugün bana, yarın sana, çocuklarına, geleceğine...
***
Bunun son örneği, Karşıyaka'da yaşanıyor nicedir... Hem de Nergiz-Demirköprü istikametinde yeni kurulacak olan bir çocuk parkında; üstelik Yusuf Nalkesen gibi, sevgiyi, aşkı anlatan şarkılarıyla çok sevilen bir bestecinin adı verilen o güzide parka...
Ve onun tam ortasında bir baz istasyonu! Çocukların soludukları havaya, resmen zehir...
Ortada ünitenin yer aldığı bir bina, hemen yanında yansıtıcı olduğu tahmin edilen bir kule...
Halk tepkili, anne babalar öfkeli... Bu yüzden günlerdir protesto gösterileri var. İnsanlar ellerinde dövizler, yapılan yanlışa dikkat çekmeye çalışıyor.
Birçok yetkiliyi, belediye başkanlarını, kaymakamı aradıkları, savcılığa başvurdukları halde, baz istasyonu hala orada...
Kimse sorumluluğu üstlenmiyor.
***
Oysa halkın yönetiminde, böyle bir "oldu-bittiye" yer yoktur. Halkın seçtiği yöneticilerin de duyarsız kalmaya, halkın duyarlılığını gözardı etmeye hakkı yoktur.
Bu ancak faşist yönetimlerde olur.
Önemli olan çözüm üretmek, çaresizliğe ödün vermemektir. Evet cep telefonuyla sağlıklı bir konuşma yapmanın yolu, baz istasyonundan geçiyor. Ama insanlardan uzak alanlarda, önlem alarak...
Çatılarda ve çocuk parklarında değil...
Bakın bu bağlamda, Ege Üniversitesi Tıbbi Genetik Anabilim Dalı'nın yaptığı araştırma çok önemli bir uyarı... Dün bizim gazetede yer alan habere göre elektromanyetik dalganın beyine verdiği zarar ispatlanmış...
Bu artık bilimsel bir gerçek...
Bütün bunları bile bile, baz istasyonu faaliyete geçer de, minicik hayatları tehdit etmeye başlarsa...
GÜNÜN SÖZÜ
Düşünceler, güçle, topla, tüfekle asla öldürülemez.
M. Kemal Atatürk
Kavaklar İzmir'in mi Ödemiş'in mi?
Bir kentin gururudur, sanatçısına, bilimadamına, edebiyatçısına sahip çıkmak... Onu anmak, hatırlatmak; yaşarken yüceltmek, onurlandırmak...
İşte Ödemiş Belediyesi, bunu yapıyor nicedir... Sanat yaşamı boyunca Ödemişli oluşuyla övünen, bunu her fırsatta dile getiren, kentini tanıtmak için büyük çaba sarfeden Türk Halk Müziği'nin usta yorumcusu Bedia Akartürk'ü yüreğinden yakalıyor, insanıyla buluşturuyor.
Ödemiş Bedia Akartürk Sanat Müzesi bunun ilk ve en önemli göstergesi...
Tabii bununla bitmedi sanatçıya verilen değer...
Bir süre önce, sanatçının 50. sanat yılında özel bir gece düzenlenmesini sağlayan Başkan Bekir Keskin, sonra da Akartürk'ün, Türkiye'ye ezberlettiği Ödemiş türkülerini bir albümde toplatmış...
Üstelik, Mustafa Sarısözen gibi derleme duayenin eserleriyle... Çocukluğumun anılarıyla dolu, "Kızılcıklar Oldu mu", "Şu İzmir'den Çekirdeksiz Nar Gelir" gibi türkülerle...
"Helal olsun" dedirtecek bir çalışma bu... "Bedia Akartürk'le Ödemiş Türküleri" bugünden geleceğe en güzel armağan ayı zamanda...
***
Ayrıca, bu albümün bana kazandırdığı bir şey daha var, yıllardır "İzmir'in Kavakları" diye söylenen, dillenen, ünlü türkücülerin baştacı yaptığı bir türkünün aslında bir Ödemiş havası olduğu...
Türkünün adı, "Ödemiş Kavakları"... Yıllarca ben, milyonlar, bunu "İzmir'in Kavakları" diye biliyordu aslında...
Türkünün Ödemiş boyutuyla yeni tanışmış bulunuyoruz, tüm şaşkınlığım ondan... Şimdi asıl mesele, o kavaklar İzmir'in mi, Ödemiş'in mi, onu bilelim hele...
Hoş ortak noktamız İzmir ama şu gerçeği de biri anlatsın bize...
Yoksa Bedia Akartürk, öyle bir yanık okumuş ki Ödemiş Kavakları'nı; ha İzmir ha Ödemiş hiç farketmez.
İkisi de bizim güzeliğimiz, vazgeçilmezimiz...
Üstelik türkünün verdiği vatan coşkusu da aynı.
Hayata küsmek yerine ayağa kalkmayı bilmeli
Bugün size anlatacağım uzun ama çok özel... Hayata küsmenin anlamsız olduğunu, yaşamın insana her zamana yeniden başlamak için fırsatlar verdiğini, ancak bunu da iyi değerlendirmemiz gerektiğini anlatan bir öykü bu...
Alacağımız çok dersler var, bu yüzden hiçbir ayrıntıyı atlamadan, üç gün boyunca köşemde yayınlamaya çalışacağım bu hayat dersini...
***
Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkanı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış. Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası. Günler boyu iş aramış ama bulamamış... Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini...
***
Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam, "Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer" diye söylenmiş.
Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri geçiveren ihtiyar, "Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?" diye düşünmeye başlamış.
***
Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı işadam, terzinin yanına yaklaşıp, "Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim" deyince, "Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş" diye yanıt vermiş terzi.
Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş.
"Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?" diye soran yaşlı adam,
"Ben terziyim" yanıtını alınca "Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın" diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi...
ARKASI YARIN...