KORDON’DA BALIKÇILAR
Yıllardır İzmir'e her gelişimizde Timur Gönülşen'in Kordon Oteli'nde kalıyoruz...
Bonjour'un ve Maça Beşi'nin Timur'u Kordon'a gitmezsek gönül koyuyor.
Sağolsun sayesinde Kordon Boyu'nda denize nazır bir süit dairemiz oldu... O kadar rahat ediyoruz ki...
Sahilde günün her saati amatör balıkçılar denize olta sallıyor. Bakıyorum çipuranın yavrusu lidakileri avlıyorlar. Balık avlayanları her görüşümde anılarım zıplıyor.
Aklıma neler neler geliyor...
Çipuranın ağırlığı 300 gramdan başlar...
Daha ufakları kaba lidadır... Ortalama 100 gram gelenlere lidaki, onların yavrularına da piç lida denir... Benim ilk gençlik yıllarıma kadar süren balıkçılık tutkum sırasında mamuna bayılırlardı... Yengeçi nazlı nazlı yerlerdi...
Yosunların arasında sakladığımız kurtlara da rağbet ederlerdi... Sülünezi çok nadir kullanmışızdır yem olarak...
Çipura asil bir balıktır... Çok lezzetlidir...
Kılçıkları rahat temizlenir...
Havuzlarda yetiştirilip saman tadında, sıradan bir balık durumuna düşmeden önce balıkların şahıydı...
Rahmetli Ziya eniştemin Hızır Reis adlı 5 metrelik bir teknesi vardı... Çocukluğumda onunla çıkardık balık avına.
Yani ben sahilden değil kayıktan balık avlardım. Zokanın (misinanın ucundaki balığın yuttuğu iğne) kurşununu civayla parlatırdık... Bir avuç kadar sert kumaş parçasına azıcık civa döker, kurşunu ovalardık... Pırıl pırıl olurdu... Zokanın ucuna mamunu yerleştirmek de bir ustalık işiydi...
Sonra misinanın ucundaki yemlenmiş zokayı suya daldırırdım... Sabahın erken saatlerinde, sarılı olduğu mantardan yavaş yavaş ayırdığım misinanın sudaki gidişini izlerdim... Benim dünyamdan, göremediğim bana hep gizemli gelen başka bir dünyaya gönderdiğim oltamın kontrolü artık sağ elimin işaret parmağına geçerdi... O parmağımla keşfetmeye çalışırdım denizaltının gizemini... Beş kulaç derine inip dibe vurduğunu anlardım... Dipte yosun var mı, kumluk mu, taşlık mı?..
Dua ederdim yemimi önce çipura görsün diye... Isparozlar önce davranırlarsa yapacak bir şey kalmazdı... On santimlik, bol kılçıklı ısparozlar yemek için makbul değildi... Onları, dönüşte sahilde bizi bekleyen kedilere verirdik... "Tık tık tık"... Misinanın ucundan böyle bir sinyal geliyorsa ısparozlarla işimiz var demekti... Ama sessiz bir bekleyiş başlamışsa... İşte o bekleyişin güzelliğini, heyecanını anlatmam mümkün değil... Gözlerim suda, parmağım oltadan gelecek sinyalin, hissedeceğim dokunuşun kıvamında...
Bekliyorsun... O zamanlar meditasyon nedir bilmezdim... Şimdi düşündüğümde, o bekleyişin aslında en etkili meditasyon olduğundan hiç kuşkum yok... Sonra hafif bir yoklama... Galiba geldi... Misinayı biraz oynatıyorsun...
İkinci kez yokluyor... Tamam bu bir çipura...
Artık önemli olan senkronizasyon...
Onun yemi ağzına alacağı anla senin oltayı sert bir hamleyle geriye doğru çekeceğin anın çakışması... Eşsiz bir duygu... O anı yaşamak ve yaptığın hamlenin karşılığında oltanın ucundaki ağırlığı hissetmek... Gelen balığı telaş etmeden, oltayı dolandırmadan, boşluk bırakmadan, koparmadan ve kaçırmadan yukarı çekmek...
Denizin dibinden gümüş rengindeki o saf ama vakur ifadeli tutku, kayığa iki kulaç kala görünür...
Mutluluğu avuçlarında, parmak uçlarında yaşarsın... Bu doğayla aranda yaşadığın en büyük keyiftir...
Eğer kaçarsa, yanındakine ne kadar büyük olduğunu ballandıra ballandıra anlatırsın... Yukarı kadar çektiğinde eğer balık yarım kiloya yakınsa, sudan kepçeyi daldırıp çıkarırısın...
Kordon Otel'den balıkçıları seyrederken neler geliyor aklıma.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.