Tatilde yolumun İstanbul'a düştüğünü geçen yazımda belirtmiştim. 'Boş duranı Tanrı sevmez' diyerek, oralarda da ayaklarımız arkamızı dövercesine bir yakadan diğerine koşturduk. Daha çok arkadaşımızı görebilmek, daha çok yer gezebilmek için çırpınırken, tatlı sohbetler ve ilginç anekdotlar biriktirerek döndük.
İstanbul'a indiğimde, sakin kafayla yıllardır ihmal ettiğim adalara gitmeye öncelik verdim. Bostancı'dan tekneye atladığım gibi, ver elini Büyük Ada... Deniz havasını içime çekerek, ada esintisiyle biraz turlar, o eşsiz manzaranın keyfini sahilde çayımı yudumlayarak tamamlarım sanıyordum... Ama ne mümkün, aşırı nemin üzerimde şeker gibi erittiği güneş ışınları, birkaç dakika içinde yapış yapış olmama yetti. Üstelik bir de sahillerini halk plajına dönüştürdükleri canım adanın kendine has büyüsünü yok ettiklerini görünce, sinirimden ters kepçe Kabataş'a çevirdim rotamı...
***
İstiklal Caddesi'nde buluştuk bizim Murat Zubi'yle... Kendisi GSF'nin eski gediklilerinden olup, İzmir'den 5 yıl önce ayrıldığından bu yana sevgili eşi Sevilay ve dünya tatlısı iki kızıyla İstanbul'da hayata tutunma mücadelesi veriyor. Onu en çok, dizilerin dizisi 'Hatırla Sevgili'deki Yusuf rolüyle hatırlarsınız. Deniz Gezmiş'lerin dönemini anlatan bölümlerde, darağacına gönderilen üç fidandan birini canlandırıyordu. Sonralarda yine kimi dizi ve reklam filmlerinde izledik kendisini...
Şimdilerde çok dertli Zubi... Çünkü değişik mesleklerden insanların 'ekranda görünme' tutkusuyla dizi setlerini ya da sahneleri ucuz pazar haline getirmesi yüzünden, gerçek oyuncuların birçoğu iş bulamaz hale gelmiş. Bulduklarında da kazandıkları para karın doyurmuyormuş... Zubi haklı olarak, ''Ben avukatlık, modellik, doktorluk, yazarlık, garsonluk yapamıyorum. Ama onların hepsi 5 kuruşa kamera karşısında...'' diyerek isyan ediyor. İşte size, ülkemizde sanata ve sanatçıya gösterilen değerin çarpıcı bir örneği...
***
Beyoğlu'nun arka sokaklarında Zubi'nin peşine takılarak, Cihangir yokuşunu tırmandık. Ünlülerin parsellediği semtte, tiyatro ve sinemacıların uğrak kahvehanelerinden birine oturduk. Baktım bahçeye kurulmuş masaların arasında kocaman bir taş. ''Bu ne yahu'' diye sordum, ''Fazla çay içene kese hizmeti mi veriyorlar?''
''Ne kesesi be. Musalla taşı o'' demezler mi! Meğer kırathane, arkasındaki caminin bahçe sınırlarına giriyormuş. Yaz sıcağında ansızın buz kesti vücudum. Bazen herkes kahvesini hüpleterek başı önünde gazetesini okurken, birileri besmele çekerek ölüyü lappadanak koyuyormuş taşın üzerine. Kahvehane sakinleri ise yerlerinden fırladıkları gibi, cenaze namazı pozisyonunu alıveriyormuş. Oraya derhal bir levha konularak, ''Bozuk para getirin, çay içme ihtimaliniz var. Abdestsiz girmeyin, namaz kılma ihtimaliniz de var'' şeklinde uyarılmalı insanlar.
***
Bu arada oyuncu Erkan Can da Cihangir'de rastladığım sanatçılar arasındaydı. Cem Davran ve Levent Üzümcü'yle sahneyi paylaştıkları 'Alevli Günler' oyunu üzerine konuştuk. Ben, Alevli Günler'in, İzmir'e dışarıdan gelen tiyatrolar arasında en çok ilgiyi gören ve en beğenilen oyun olduğunu söyledim. Yeni sezonda da mutlaka bu oyunla İzmir'e gelmelerini istedim.
Erkan abi de önümüzdeki sezonda İstanbul'un değişik salonlarında oyunla tur yapacaklarını söyledi. Dizi ve filmlerle geçen uzun aradan sonra sahneleri çok özlediği belli... Ülkede tiyatroya ilginin gerilediğine dikkat çekmekle birlikte, artık sahnelerden ayrı kalmayacağını vurgulamasına sevindim. Başarılı isimleri, doğru projelerde izlemeye devam etmeliyiz.
İstanbul notlarının devamı gelecek...