Bugüne kadar hayatında çalışkanlığıyla tanınan, 'personelim ve işler beni bekler' mantığıyla doğru dürüst tatil bile yapmayan aile babası, son iki yılını 'istediği gibi' geçiriyor. Okuyamadığı kitapları okuyarak, Kültürpark'ta kahvaltı ederek, deniz kenarında uyuyakalarak, eşi ve çocuklarıyla göz göze... Ailesi, 'Önceki zamanlardan farklı olarak mutluydu' diyor. 'Küçücük şeylerden bile mutlu oluyordu.'
Peki, ne olmuştu da ağır tedaviler gören ve pek de yaşama umudu olmayan bir adam aniden mutlu olmayı seçmişti? Bizim yaşamın içinde 'genç yaşımızda dahi göremediğimiz' neyi görmüştü?
Cevap basit: Fakındalığı bulmuştu.
Saatte yüzseksen kilometre hızla giden bir spor otomobilde olduğunuzu ve manzaralı bir yolda gittiğinizi düşünün. Aracın içinin farkında olursunuz. Bir de göstergelerin. Çünkü o hızda aracın kontrolünü sağlamakla ilgilisiniz sadece. Bunun karşılığında alacağınız haz da sadece adrenalinin size sağladığı olacak. Hayat öyle hızlı akıp gidiyor ki, manzaranın farkına bile varmayacaksınız. Yan yolları, patikaları, gün batımın, martıyı, çiçeği kaçıracaksınız. Gündeliği, anlık detayları, insanca küçük keyifleri... Evet, hayat bir spor otomobil gibi gidiyor normal zamanlarda.
Bir de ölümle yüzleştiğinizi düşünün. İlk şok, korku ve kabullenememe geçtikten sonraki zamanları düşünün... Artık bir spor aracın ön koltuğunda oturmuyorsunuz. Bir faytonun arkasındasınız. Hayat bir anda yavaşlamış. Yolun ve manzaranın tüm detaylarını fark ediyorsunuz. Aslında her şeyin ne kadar güzel, ne kadar değerli olduğunu... Gündelik gibi görünen, kanıksadığınız tüm minik unsurların, hatta en basit olanlarının basbayağı birer sanat eseri olduğunu...Deniz kenarında içilen çayın şampanyaya, sahanda acılı bir melemenin nefis bir tabloya dönüştüğünü. Aile ile geçirilen her dakika, usta bir yönetmenin elinden çıkmış bir dram filminden unutulmaz bir sahneyi bizzat yaşadığınızı.
Evet, ölüm ne işe yarar?
Ne gariptir! Ölümün kendisi kadar yaşama hizmet eden bir şey var mı acaba? Ölümün yaşama yer açmasını kastetmiyorum. Sadece ölümün gölgesini dahi hissetmenin nasıl sarsıcı bir farkındalık olduğunu anlatmak istiyorum.
Hayatın içindeyken gözlerimiz bozuk oluyor. Yaşam sayfasında yazılı olan değerli kelimeler silikleşiyor. Göremiyoruz, görsek de okuyamıyoruz. Ne zaman ki ölüm denen siyah çerçeveli gözlüğü takıyoruz, görüşümüz tekrar yerine geliyor. Yaşam, ancak ölümle doğru okunabiliyor.
SEÇİMDEN NOTLAR
Ay şiştim resmen! 'Seçmen istikrar dedi, seçmen cezalandırdı, seçmen uyardı', seçmen şunu dedi, seçmen bize bu mesajı verdi, bıdı bıdı! Seçim sonrası yine ekranları dolduran uzmanların yorumlar bunlar... Arkadaşım! Seçmen, sana mesaj vermekle uğraşmaz. Seçmen dediğin, karınca gibi tek bir amaç uğruna hareket eden, bütünün bilincine sahip parçalardan oluşmaz. Tek bir mesaja indirgenemeyecek, çok daha karmaşık bir sistemden bahsediyoruz burada.
Senin bahsettiğin seçmen - inan bana- geçim derdinden, verilen vaadlerden önce tek önemli şeye bakar: 'Bunların hangisi bana benziyor?' İnsanın sadaka verirken bile kendine benzeyenlere yardım yaptığı psikoloji bilimince kanıtlandı. Seçmen buna bakar. Partilerin sabit oy oranını bu oluşturur. (Partilerin artan, azalan, gezen oy oranları ise dönemsel çıkarlarına göre oy veren göçebe seçmeni işaret eder.) Bitti gitti! Bu arada elbette Ak Parti'nin hızlı yükselen oy oranı araştırma şirketlerinin beklentilerini altüst etmiştir.
Bu seçimden en gerçekçi beklentisi olan kimdir, derseniz, ona da bir cevabım var. Mavişehir bölgesindeki Nebahat- Alpaslan Karadavut İlköğretim okulunun kapısına tezgah kurmuş cevizcidir. Seçim mi geçim mi? Bir konu da bu. Ha, bir de, bu seçimde oy vermek yerine Monte Carlo'da Tarkan konseri dinlemeye giden 'İnci Beyazı' Türkler için de bir önerim var: Seyahat dergilerinin sizin için hazırladığı 'Beyaz Türklerin Yaşamasına Uygun Okyanus Adaları Rehberi'ni bayinizden isteyin.