Türkiye'de değişim, önce yaşam standartlarından başlıyor.
Gazeteleri açın, her bir sayfasında boy boy konut ilanları, hatta kapakta bile...
Son derece modern, lüks, konforlu, çağdaş ötesi daireler... Yemyeşil çehresi, kıvrak çizgileri, güvenliği ile farklı bir yaşam ortamı sunuyorlar.
Başlı başına 500 konutluk, 1000 konutluk siteler...
Ya o güzelim villalara ne demeli? Şehir gürültüsünden uzak, ultra modern konutlara...
Aslında ilk bakışta alıştığımız yaşam biçiminden çok uzaklar. Hele, bizimki gibi çocukluğu bahçeli bir evde geçen ya da beş kattan fazlasını "Başım dönüyor, bakamıyorum" diyenler için, 20 katlı, 30 katlı apartmanlarda oturmak, hayal ötesi bir şey...
Hele bir de ülkenin durumunu görüp, bir türlü aşılamayan işsizliği düşününce, "Hadi canım, kimbilir kimler alıyor bu evleri, ülkenin yarısından fazlası, açlık sınırında yaşarken..." diye bir savunma çıkıyor ağzınızdan...
Ama öyle değil...
En çok satışı yapılan evler, bunlar... Peynir ekmek gibi.
Millet elindeki-avucundakini yatırıyor bu konutlara, yetmezse kredi çekiyor, ne yapıp edip bu evlere kapağı atıyor.
Çünkü şehirden uzak, her şeyi içinde site yaşamı cazip geliyor.
Artık bu, bir yaşam standardı...
***
Sonra fikri, vicdani, insani kaygıları aşan standartlar geliyor ardından...
Yıllar öncesini hatırlarım:
Kürt dediğinde hapsi boylardın, solcuyum, sağcıyım, demek ise yürek isterdi.
Alnına yerdin kurşunu...
Hep fikri mücadele vardı ama "özgürlük" hiç yoktu.
Ne insanlarımız heba oldu bu yolda... Ne bilim adamları, ne sanatçılar, ne düşünürler, ne gençler...
İşkence gördüler, horlandılar, aşağılandılar...
Ve bugüne geldik.
Şimdi herkes istediği fikri savunuyor; köktendinci ya da muhafazakar türbanı, solcular kapitali, sağcılar Nazım Hikmet'i, dinciler şeriatı uluorta konuşuyor.
Yasadışı eyleme dökmediği takdirde, kimseye dokunan yok; fikri özgürlük üst sınırda...
Hatta artık "Kürdüm" demek bile moda!... Yıllar önce geçmişini unutanlar, bugün ortaya çıkıp "soyağacı" reklamını yapıyor, bundan kendine pay çıkarıyor.
Öyle, böyle değil... "Demokratik Açılım"ı bile konuşmaya başladık; şimdilik olay mektup safhasında; bekliyoruz.
Evet bunlar değişimin ipuçları ama neye karşılık?..
İnsani değerler yitip gittikten sonra...
Çünkü, birinin ucundan yakalarken, diğerini hepten bırakıyoruz biz.
Ne oldum delisiyiz.
***
Teknolojik gelişimden de hiç arkada kaldığımız yok. Hatta birçok ülkenin önündeyiz.
"Teknoloji manyağı" olduğumuz bile söylenebilir.
Kanal kanal televizyonlar, radyolar... Boy boy ekranlar... Süper lüks bozdolapları, çamaşır, bulaşık makineleri...
Bilgisayarın alası, ki gelişimine yetişmek mümkün değil...
Alasından cep telefonları, hatta televizyonlusu, bilgisayarlısı, fotoğraf çekeni, 3 G'lisi...
Çeşit çeşit, ev sinema sistemleri...
CD'ler, DVD'ler...
Ve daha satırlara sığdıramayacağım binlerce yenilik, kolaylık...
Kafalar karışık; çünkü daha birini hazmetmeden, elin gavuru yenisini sokuyor burnumuza...
Sözün özü, değişiyoruz. Hayata bakışımız, yaşam ölçütümüz, kimliğimiz hatta milliyetçiliğimiz bile artık farklı kulvarda...
Peki ya davranışlarımız?
***
Şu bir gerçek; bu çizgide değişmeye pek niyetimiz yok, çünkü "Rabbena hep bana" bencilliğinden de vazgeçenimiz yok!
"Memetali Bey, n'olur bana araba", "Hanım kızım, boşver telefonu, yok mu orada televizyon felan"...
Hemen her televizyon programında yaşanan manzara bu...
Üstelik bunu isteyişimiz bile, onur kırıcı:
"N'olur, ama n'olur, bak yalvarırım, ne istersen yaparım" modunda, gözyaşlarıyla üstelik, acındırarak...
Karısı döven, küfür eden, kırmızı ışıkta geçen, yaya kaldırımında insancıkları biçen, kaderini kendisi yerine mafyaya çizdiren, eşitliği kendine yontan, namuslu insanları dolandırmayı marifet sayan, belediye otobüslerinde yaşlılara yer vermek yerine poşetini koyan, artık delikanlı olmuş çocuğunu oturtan, insanın gözünün içine baka baka yalan söyleyen, televizyonu hayatının parçası yapan, yaratıcı olmaktan uzak yaşayan, işi ayağına bekleyen, toplum yararına işler yapan insanları engelleyen, iyi niyetli olmayı aptallık sayan, ikiyüzlülüğe çanak tutan, kadına mal gibi bakan kimliğimizin modası geçmiyor nedense...
Teknoloji devrimi, yaşam standardı, fikir özgürlüğü alanında büyük aşama kaydettiğimiz bir gerçek ama...
İnsanlığımızdan kaybettik be...
Değişime asıl, bu açıdan bakılmalı.
***
Çağdaş, toplumsal bir bilince sahip, hoşgörülü, yetenekli, kibar insan olmayı becerebiliyor musun?
Olay budur.
SÖZÜN ÖZÜ
Yanılgı insanlar içindir; ancak silginiz kaleminizden önce bitiyorsa, fazlaca yanlış yapıyorsunuz demektir.
J. Jenkins
'Böylece afiyet olsun'
Bu söz, 40'lı yaşlarını yaşayan Karşıyakalı için, çok hoş bir alışkanlıktı, yıllar öncesinde...
Tiyatro Sokağı'nda, kendi halinde, küçük bir dükkanda harikalar yaratan, Karşıyakalı'ya farklı bir damak tadı sunan, bir "köfte sihirbazı" vardı.
Temiz pak giysileri, pamuk gibi elleri, insan sevgisiyle, "Enver Ustamız"dı o bizim...
Köftesi farklıydı, eti yumuşacıktı.
Bu yüzden onun minik restoranında bıçak kullanılmazdı, et öyle yumuşardı ki, çatalla bile bölmek mümkündü.
O yüzden bıçak servisi yapmazdı.
Bu onun sunduğu bir ayrıcalıktı.
***
Çok severdim onun köftelerini...
Babamın verdiği harçlığı biriktirir, en az haftanın bir günü, ona giderdim köfte yemeğe...
Birçok Karşıyakalı gibi.
Kendine has sunumuyla, tabağınıza iki çeşit köfte, bir bonfile ve şişte et gelirdi; eşi bulunmaz bir tadı vardı, köftenin, etin...
Hele son serviste, şişi bırakırken söylediği "Böylece afiyet olsun" slogan olmuştu bizim için...
***
Yıllar önce vefat etti, Enver Usta... Yanında benim de zaman zaman sohbet ettiğim, çekirdekten yetiştirdiği oğlu da, o ölünce başka mesleklere dadandı.
O güzellik, o "ustalık" unutuldu, gitti.
Her o sokaktan geçişimde hatırlarım, o ustayı...
Tıpkı, çocukluğumun en iyi turşucularından Kazım Usta gibi (Hala onun üstüne turşucu tanımam)... Elma şekerlerini özlediğim Mithat Abi gibi...
Daha nice değer...
***
Geçen gün Karşıyaka Çarşısı'nda tur atarken, Karşıyaka Polis Karakolu'nun karşı sokağında gözüm, ışıklı bir panoya ilişti; "Enver Usta"...
"Yoksa" demeye kalmadan, ocağın başında gördüm o delikanlıyı... Yani, çocukluğumda köfte yerken sohbet ettiğim Enver Usta'nın oğlu Necmettin'i...
Yıllardır görmemiştim, yaşlanmış, saçlarını dökmüş ama "dinamit" gibi...
Unutmamış babasından aldıklarını; bir müşterisine servis yaparken duydum, özlediğim o sözü "Böylece afiyet olsun..."
"Necmi" dedim kısaca, (ben ona böyle seslenirdim), dönüp baktı; önce çıkaramadı.
Ama sonra...
Sarıldık, anılara döndük.
Babasını unutamamış Necmi, yaptığı diğer işleri bırakıp onun anısını yaşatmak için açmış dükkanı yeniden..
İçerisi, cıvıl cıvıl...
Onun bu vefası, duygulandırdı beni.
Ve orada, Enver Usta'yı hissettim sanki...