Kötülüğün hakim olduğu bir dünyada yaşanır mı?
Bu sözler, genelde sert kimliğiyle tanıdığımız başarılı oyuncu Nejat İşler'e ait... Milliyet'te yayınlanan röportajından bir bölüm bu sözler...
İşler aslında, Türk toplumunun portresini de çizmiş bu saptamasıyla... Evet ne yazık ki, bu toplumsal bir gerçek ve yüzleşmemiz yıllar alıyor, yaşamadan da öğrenilmiyor.
Türk insanı, kötü karaktere tamah ediyor, "iyi" ona sıcak gelmiyor. Tabii, bu demek değil ki, iyi karakterlerden oluşan diziler izlenmedi, elbette izlendi. Örneğin "Fahriye Abla", örneğin "Süper Baba"...
Ama onlar çok geride kaldı. Çünkü toplum değişiyor, beklentiler de... Artık daha asi, daha kötü, daha şiddet yanlısı olan prim yapıyor.
Keşke Erol Taş bu yıllarda yaşasaydı, kral olurdu.
***
Şöyle bir okul yıllarına gidelim mi; kızlı-erkekli ilişkilerin, ilk aşkın, ilk flörtün olduğu yıllara... Hafızanızı yoklarsanız, en fırlama, atak ve atletik tipler, genç kızların favorisidir. Çünkü o tipler kızın hayat sigortasıdır ve gücün tamah etmenin... Kötüdür, etrafı kırar döker, arkadaşlığı güvenilmezdir ama inanılmaz bir çekiciliği vardır. Büyüsüne kapılan kızlar, etrafındaki iyileri görmez, hatta dalga geçerler.
Hatta bu hayranlık, bazı durumlarda, evliliğe kadar gider. Ancak hayat okuldaki gibi değildir. O ayılıp bayıldığı tip, bir süre sonra, çekiciliğini kullanıp onu aldatır, başka güller koklar, şiddete başvurur.
Çünkü içinde kötülüğü besler. Empati yapmak, karşısındaki anlamak yerine gücünü, cinsel çekiciliğini bencil kullanır, egosunu tatmin eder.
Kötünün büyüsüne kapılan genç kız, yalnızdır artık, yapayalnız...
Bu hiç değişmeyen bir senaryo... Mantığın bittiği, duyguların yenik düştüğü, kötülerin iyilere her defasında zafer kazandığı bir sahne...
Ama bu uzun sürmez, kötünün foyası, bir gün iyinin gücü karşısında ezilecektir.
***
İzmirli genç yazar ve yaşam koçu Eda Lortlar da, yeni kitabı "Aç Kalbin Aşk Kedisi"nde işte kadınların yaşadığı bu çelişkiyi anlatıyor, çarpıcı bir öyküyle, basit ve öz cümlelerle...
Romanı okuduğunuzda, hem olayların geçtiği İzmir ve Antalya'yı yaşıyor hem de bir kötüye, bir çapkına ölümüne çarpılan genç bir kızın pişmanlığına, varolma mücadelesine tanıklık ediyorsunuz.
Beliz'in aşkı bulduğu gence ilk vurulduğu an o kadar gerçekçi sözcüklerle donanmış ki, kız ya da erkek, hangi cins olursanız olun, kapılıp gidiyorsunuz. Roman su gibi akıyor hayatın hücrelerine...
Beliz'e hem kızıyor hem de acıyorsunuz. Genç adama, içinde taşıdığı kötüye lanet okuyorsunuz.
***
Bir psikolog ya da sosyalog değilim ama bildiğim bir şey var, kötülüğü yenecek olan yegane şey, kendine güvenen, kültürlü, bilgiye inanan toplum yapısıdır.
Bunlar eksikse kötü baştacı olur, şiddet kazanır. Televizyon dizilerinde de en çok kötü modeller, şiddet yanlısı karakterler ön plana çıkar.
Böylece önyargı çoğalır, okur yazarlık azalır, bilgi değil dedikodu üretilir, elde edemediğine ırza geçme başlar.
Toplumsal algı, kötüyle sıvanır.
Nejat İşler'in bu saptaması işte yüzleşmedir.
Yaşarken yaydığı ışık ruhunu aydınlatsın
Yazmaya 1992 yılında başladım, bir nisan ayında, o zaman Yazı İşleri Müdürümüz olan sevgili Yılmaz'ın (Özdil) ısrarıyla... Özel kanallarına izin verilmesinin ardından, art arda açılan yeni tv kanalları sayfalara sığmayınca, ayrıntılı yeni bir tv sayfası yapılması gündeme geldiğinde...
Yılmaz'ın önerisiyle görev bana verildi, o gün yeni dönemin ilk TV sayfasını da ben yapmıştım, aradan 21 yıl geçti hala yapıyorum; öf demeden... Bu sayfa bana yapıştı desem, yanlış; nedense stresini yaşamayı seviyorum. Üstelik anısı da var.
İşin özü, her editör böyle zahmetli, karışık, günlük takibi gereken, hatta özel ilgi isteyen sayfaları üstlenmek istemez, zira önce sevmek gerek...
Sayfayı hazırlamak bir yana, o günden beri de hayatı yorumluyorum. 16 yıl bu gazetede sadece TV yorumu yaptım, son yıllarda da toplumsal sorunlara daha açık bir köşe açtım. Bu köşede ara sıra tv yorumu da yapıyorum ancak köşem artık daha genel konulara hitap ediyor.
***
TV yorumu yaptığım yıllarda, beni en çok üzen konu, olumlu ya da olumsuz eleştirdiğim konularda, konunun muhatabı olan yapımcıdan ya da sunucudan çok az tepki almamdı.
Okur bir şekilde bana ulaşıyordu ama konu ettiğim kesim bana hep uzak kaldı. Yeni Asır'ın okuruyla kurduğum sıcak ilişkiyi, TV dünyasıyla, İstanbul gazetelerinde yazan diğer köşe yazarı arkadaşlarım gibi kurma imkanım olmadı. Onlar içli dışlıydı, ben uzaktım.
Gerçek bu, tanınmışlık sürecine erişince değişti ama ilk yıllar duvar tenisi oynar gibiydim.
Yazdığım ilk yıllarda iki kişi benimle doğrudan kontakt kurdu, eleştirilerime yanıt verdi. Ölümüne büyük üzüntü duyduğum Mehmet Ali Birand ve onun ekibinde yetişen Can Dündar...
32. Gün hakkında yazdığım bir eleştiri üzerine, sevgili Birand hem kısa not yazıp yollamış hem de bizzat telefonla aramıştı: "Sevgili Hürol, eleştirilerin mantıklı, sakın yılma" sözleriyle...
Can Dündar da, yaptığı belgeselleri izleyip de köşeme yazdığımda, bana mail atardı. Etkilendiysem teşekkür eder, eleştirdiysem neden öyle yaptığını açıklardı.
***
Bugüne kadar sayısız gazeteci yetiştiren; Can Dündar'da, Mithat Bereket'te, Rıdvan Akar'da, Deniz Arman'da Cüneyt Özdemir'de büyük emeği olan Mehmet Ali Birand, bir Ege gazetesinde yazan genç bir gazeteciye de dokunmuş, moral vermiş, yol göstermişti.
Gazeteci, yüreğiyle yaşar, emek verir, yetiştirir. Ahkam kesmez, dalga geçmez, onur kırmaz. "En iyi benim"ci hiç değildir, megolomanlık yakışmaz.
Bilgisiyle, tecrübesiyle "olgun"dur gazeteci; toplumsal öğretmendir, özgürlükçüdür.
Bilgi birikimlerini, emeğini saklamaz, paylaşır. Gençlere yol gösterir, ışık verir, gerçeğin peşinden koşar.
Birand için de 32. Gün haberin, bizzat seslendirdiği belgeseller ise, Türkiye'nin gerçeğiydi. Hem hayata bakışını hem de anlatımını, özgün gazeteciliğini çok sevdik. O gerçekle büyüdük, o gerçekle ıslandık.
O yüzden, yüreğim onunla... Yaydığı ışık, mahşere dek ruhunu aydınlatsın.
GÜNÜN SÖZÜ
Hayat bir öyküye benzer, önemli yanı eserin uzun olması değil iyi olmasıdır.
Seneca
İyi bir insan ve iyi bir Atatürkçüydü
Toktamış Ateş'in kitaplarıyla büyüdü bizim kuşak... Onun, "Aslan Sosyal Demokratlar", "N'oldu Bize" ve "Cumhuriyet ve Laiklik" lise ve üniversite yıllarımda okuduğum kitaplarıydı.
Yılmaz bir Atatürkçüydü. Atatürk devrimlerini en iyi yorumlayan ve tane tane anlatan bir fikir adamıydı. Ne zaman, Atatürk'le ilgili bir konu basına yansısa, fikri sorulurdu. O da hiç usanmadan, herkesin anlayacağı bir dilden anlatırdı.
Hatta, bu nedenle, özellikle dinci kesimin tepkisini bile çekti. Bu kesimin öncü isimlerinden Abdurrahman Dilipak'la yaptığı gerilimi yüksek tartışmalar, günlerce konuşulurdu.
***
Bir süre sonra hem Dilipak hem de Ateş bu yüksek gerilimden bunaldı, barış yapmaya karar verdi. Hatta bir süre birlikte çalıştılar. Toktamış Ateş, bu süreçte, laiklerle dinciler arasında köprü oldu. Atatürkçülüğün zarar görmesini engelledi.
Bunun tersini savunan da var, ama Ateş benim için hep öyle kaldı. Çünkü ben sıkı bir Atatürkçü'nün asla yıkılacağını, fikirlerini satacağına inanmam. Atatürkçülük böyle bir öğretidir.
Toktamış Ateş de bunu çok iyi biliyordu. Şimdi bir düşünün, onun ardından, Atatürkçülüğü bu kadar sahiplenen bir fikir adamı kaldı mı sizce?...
Bence yok.
Işıklar içinde yatsın.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.