Hayat, karşılıklı bir denge üzerinde salınan devasa bir sarkaç gibidir. Her hareketin, nefesin bir ağırlığı vardır bu sonsuz terazide.
Alma ve verme, insan ruhunun özüyle harmanlanan en kadim ikilem, evrenin döngüsünde yankılanan bitmeyen bir fısıltıdır. Bu dengeyi sağlamak, yaşamı anlamlandıran ve insanı insan kılan bir sınavdır belki de. Ne çok almak ne de fazlasıyla vermek, ikisinin de aşırılığı, insan ruhunun kırılgan yapısında çatlaklar oluşturur... Bir insanın almakla ilgili ne kadar istekli olduğunu anlamak, onun özündeki açlığı fark etmektir. Bazen bu açlık gözler önünde sergilenen ihtiyaçların, arzuların ve hırsların ötesinde derinlerde saklanan bir boşluktan beslenir. Almak, insanın kendisini doldurduğu, varlığını tamamladığı bir süreçtir. Ancak bu sürecin bir sınırı vardır aşılırsa her şey bir çürüme haline dönüşür. Çok almak, önce ruhu, sonra bedenleri yıpratır. Yeryüzünün nimetlerini başkalarının emeğini ya da sevgisini düşüncesizce tüketmek bir gün bumerang misali geri döner.
Geri dönen sadece suçluluk değildir, bazen içsel bir boşluk ruhu ağırlaştıran bir pişmanlık olur.
NARİN BİR SANAT...
Verme ise çok daha narin bir sanattır. Vermek, yalnızca elindekini paylaşmak değildir bir ruhun başka bir ruha dokunma biçimidir. Verdiğin her şey bir anlam, bir umut taşır karşı tarafa.
Verilen maddi olsun manevi olsun bit değerin ifadesidir. Ancak burada da bir denge gereklidir. Sürekli vermek hiç durmadan ruhunu başkalarına adamak insanı tükenmenin eşiğine sürükler.
Kendinden fazla veren bir gün kendi içinin boşaldığını fark eder. Tıpkı yağmalanmış bir orman gibi ne kadar su versen de tekrar yeşermeyecek bir çorak alanda bulur kendini. Hayat bu dengeyi kurabilenlerin oyunudur aslında. Ne çok fazla almak ne de çok fazla vermek; her ikisini de zamanında ve yerinde yapmak bir bilgeliktir. Alma ve verme dengesi, yalnızca maddi dünyanın değil, ruhani bir gerçekliğin de kapısını aralar. Sufi öğretisinde denir ki "Veren el alan elden üstündür" Ancak bu, vermenin sınırsızlığına işaret etmez. Bu cümledeki hikmet karşılık beklemeden vermekle ilgilidir bir sevginin, iyiliğin karşılıksız olması, insanı özgürleştirir. Ama bu özgürlük sürekli vermek değil, sadece ihtiyaç duyulduğunda doğru olanı vermektir. Bazen bir nefes veririz, bazen de bir parça umut alırız. İnsanlar arasında dolaşan bu görünmez enerjinin kaynağıdır denge.
Alma ve verme, bir insanın varoluşundaki dengeyi belirlerken, aslında evrensel bir ahengi de beraberinde getirir. Doğa denge üzerine kuruludur.
Yağmur yağar toprak emer. Güneş doğar dünya ısınır. Her şey bir alma ve verme döngüsü içindedir fazlası da eksikliği de düzeni bozar.
AĞIRLIKTAN KURTULMAK
Bir çiçek düşün güneşi ve suyu fazlasıyla aldığı zaman kökleri çürür yaprakları solmaya başlar. Aynı çiçek yeterince beslenmediğinde ise bir sabah yapraklarını tamamen döker toprağın derinliklerine sessizce karışır.
İnsan da böyledir. Fazla alarak içindeki ihtirası doyurmaya çalıştığında bir gün tıpkı o çiçek gibi solacaktır. Fakat fazlasıyla verirse kendinden verdiği her damlayla eksilecek nihayetinde kendi ışığını söndürecektir. Bütün bu döngünün ortasında insanın yapması gereken önce kendisini tanımaktır.
Almanın ve vermenin ne olduğunu ne zaman ve nasıl yapılacağını fark eden biri bu dengeyi kurmaya başlar. Alma-verme dengesi başkalarına ne kadar ve nasıl dokunacağınızı, onlardan ne kadarını almanız gerektiğini gösteren bir pusuladır. Dengede kalmak aslında evrenin ritmine ayak uydurabilmektir.
Kendi içindeki bu ritmi keşfeden alma-verme dengesini de içselleştirir. Ve böylece insan ruhunun derinliklerinde yankılanan kadim bir fısıltıya kulak verir: "Dengeyi bulduğunda, kendi varlığının ağırlığından kurtulacaksın..."