Platonik aşk
Yüzyıllardır adı konulmamış duyguların arkasına sakladığımız bu hissi sınıflandıramadık gitti.. Kimler vardır bu listede. Niye, neden takılır, neyi içimizde hapsederiz. Beyinlerimizin en ücra köşelerini işgal etmiş ve bizim dışında kimsenin haberi olmayan, "karşılıksız aşk" diye sözlük anlamında yerini alan bu platonik duygunun kime faydası olmuştur diye düşünürken, yine bir uzmandan yardım almak istedim.
Çocukluk yıllarımızda beğenilme duygumuzla harmanlayıp karşımızdaki kişiye yönelttiğimiz sadece bizim hikayemizin bu kahramanları, ne zaman nerede hayatımıza usulca süzülüyor?
Başarımızı, yaratıcılığımızı bu duygulara borçlu olamaz mıyız?
Durmadan kendimizi beslerken farkında olmadan gerçekle hayal arasında sıkışmış bu kahramanlarımızla aşk ve başarı senaryolarımızı birlikte yazıyoruz. Belki dibimizde, belki biraz uzağımızda, belki de erişemeyeceğimiz mesafelerin ötesinden, bizim dünyamıza taht kuruyor ve biz olmayacak dualara "amin" derken, içimizdeki farklı dürtülere ilham oluyor.
"Ben daha çocukken..." diye başlayan hikayelerin sonu gelmediğini biliyoruz.
Yaşı ilerlemiş olanlar bilir.
Yaşar Güvenir'in bir şarkısı vardı "Seni uzaktan sevmek".
Bazı aşklar hep uzakta kalmalı.
Yakınlaştıkça büyüsü bozuluyor gözünde dev olan o kişi, bir anda küçülüp ellerimizden ve yüreğimizden kayıp düşebiliyor.
2003 yılının çok sevdiğim, ülkemizde gösterime girdiğinde de hemen izlediğim "Karşı Pencere" filmini bir çoğunuz anımsayacaktır. Karşılıklı evlerde yaşanan, bakışarak doğan platonik komşu aşkını Ferzan Özpetek' in muhteşem bir şekilde işlemesiyle hafızalarda yerini almıştı. Hala defalarca dvd'sini izlediğim halde bu tür aşkların altında yatan büyüyü epeyce düşünmüşümdür. Hayranlık ve ulaşılamama duygusu içinde karşımızdaki kişiyi gereğinden fazla abartıp, biyolojik bedeninden çıkartarak totemleştirme de diyebiliriz.
Bu konuyla ilgili lise yıllarıma dayanan unutamadığım anılarımdan birini paylaşmadan geçemeyeceğim. Okulumuzun son günlerinden biriydi. Edebiyat kitabımın içinde bana yazılmış bir şiir bulmuştum. Yıllarca merak ettiğim bu kişiyle sosyal medya karşılaşmasını ve itirafında yaşadığım hayal kırıklığını hiç unutamıyorum.
Keşke hep meçhul kalsaydı. Beyaz atlı prensim, bir anda çirkin bir kurbağaya dönüşüverdi.
Oysa birçok yazımın alt temasına ilham olmuş olaylardan biriydi.
Hepimizin buna benzer durumları eminim vardır. Çok sevdiğiniz medyatik ünlülerle tanıştığınız anları düşünün.
Hangimiz "Aaaa hiç hayalimdeki kişi değilmiş" demedik...
Yüzyıllardır masalımsı aşk hikayelerinin kahramanlarını hepimiz biliyoruz. "LEYLA-MECNUN, KEREM-ASLI, FERHATŞİRİN"...
Tüm bu aşkların büyüsü, karşısındaki kişiye "dokunamamak" duygusundan kaynaklanmıyor mu.? Leyla, Aslı, Şirin sevdikleriyle evlenip çoluk çocuğa karışmış olsaydılar, aşkları yine aynı mı kalacaktı?
Bilinmezliğin cazibesi hiçbir yerde yok. Özlemlerin kavuşma anı özeldir. Aşkın son noktası dediğimiz sonuç belki de bir rüyanın uyanışı, bir illüzyonun bitişidir.
Nejla'nın hayran olduğu Kaan'ın evinin ışıklarını geceler boyunca takip etmesi, Zeynep'in üst kattaki tıp öğrencisi Burak'ın eve dönüş saatlerinde apartmanlarının kapısında oyalanması, Esra'nın karşı mağazada çalışan Emre uğruna, gereksiz satın aldığı bunca ayakkabılar, Sevda'nın iki sokak ötede oturan Sarper'i görmek için, o dik yokuşlara tırmanması, matematik öğretmenine hayranlığından dolayı Banu'nun sınıf birincisi olmasına ne demeli?
Bu duyguların çoğu tek taraflı ve yaşayan için, acı veren bir tecrübe olsa da, insanı olgunlaşmaya götüren hislerin varlığı her zaman mutsuzluk değil. Sonuçta içselliğinizin derinleşmesiyle ruh yeni bir boyut kazanıyor.
Platonik duygular bizi bize yansıtan, içimizdeki hisleri tetikte tutan ve enerjimizi arttıran, hatta yaratıcılığımızı ortaya çıkaran olgular olduğuna göre, kendimizi bırakalım ve yaşadığımız ana teslim olalım. Bir gün hepsi nasıl olsa geçiyor. Yaşama bir kere geliyoruz. Her duygu Allah'ın bize bir armağanı diyerek hayata şükredelim. İyi ki bu duyguları yaşıyoruz. Mutlu hafta sonları...
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.