Bayramda akraba ziyaretine gitmeyen herkes otellere gitmeyecek ya... Kimi de boşalan şehrin tadını çıkaracak, belki de tenha sinema salonlarında uzun zamandır yapamadığı bir keyfi tadacak, film seyredecek...
İşte onlar için bugün bir film tavsiyesi ile geldim, Elvis.
Dünyanın en ünlü şarkıcısı (desek yanlış olmaz bence) Elvis'in biyografisine, menejeri Albay'ın gözünden bakan bir film bu. Hırslı, sahtekar, paragöz albayı sinema tekniği vasıtasıyla yarı obez hale getirilmiş bir Tom Hanks canlandırıyor ki herhalde bu rol, (yarım da olsa) ünlü aktörün bir kötüye can verdiği ilk film olma unvanını taşıyor.
Nitekim efsane oyuncu, bu rolün de hakkını veriyor. Filmde Elvis'e can veren genç oyuncu Austin Butler, adeta bu rol için doğmuş. Yakışıklı aktör, belki Elvis'ten bile daha Elvis olmayı başarmış.
Bohemian Rapsody filminde Freddie Mercury'yi canlandıran Rami Malek her ne kadar iyi bir oyuncu olsa da bence -en azından kalıp olarak- Mercury'e bir beden küçük gelmişti. Butler için bunu söylemek mümkün değil.
MASALSI BİR YOLCULUK
Filmin yönetmeni Baz Luhrman, çok film çeken biri değil. Seçme filmlerin yönetmeni, ağırlıklı olarak müzik ve bolca dans içeren yapımlarda uzmanlaşmış biri. En bilinen filmleri arasında 'Moulin Rouge', 'The Great Gatsby' ve mükemmel bir modern yorum olan 'Romeo ve Juliet' 'i sayabiliriz. Bu filmlerden en az birini seyretmiş biri, yönetmenin bu film için mükemmel bir seçim olduğunu anlayabilir. İlk yarıda -zaman zaman çizgi roman estetiğine de başvuran- olağanüstü kurgusuyla Luhrman, bizleri masalsı bir yolculuğa çıkarıyor. Bu müthiş tempo, bizi Elvis'le birlikte zirveye çıkarıyor. Bazı seyirciler filmin ikinci yarısının temposunun görece düşük olduğunu söylemişler.
Haklılar. Ancak ben bunun bilinçli bir seçim olduğunu düşünüyorum. Elvis'in yükseliş döneminde bizi de hızlı bir kurguyla bir masal diyarına konuk eden yönetmen, sanatçının hayatındaki arzu edilmeyen kısımların başladığı ikinci dönemini daha yavaş ve dramatik bir tonda anlatmış.
Elvis'in hayatı bilindiğine göre spoiler vermekten çekinmeyeceğim. Bu sadece bir biyografi değil. Daha çok bir dönem filmi. ABD'de siyahların halen ikinci sınıf görüldüğü bir dönemi anlatıyor.
Bu muhafazakar ve ırkçı dönemde, Elvis'in -onu benzersiz kılan sadece sesi değildi- çılgın dansları vücut hareketlerinin müstehcen bulunduğu ve siyahlarla özdeşleştiridiği için yasaklanmaya çalışılması filmin ilk yarısına damgasını vuruyor. Yani filmin ilk yarısında düşman, baskıcı ülke yönetimi. İkinci yarıda Elvis kendini kabul ettirse de bu kez de menejerinin çevirdiği fırıldaklara muhatap oluyor.
BEDAVA NEFRET!
Dikkat! Yazının son kısmı spoiler içerir!!! Bu harika filmde beni çok etkileyen iki sahne var: İlkinde sanatçısını bir ticari markaya çeviren menejer, eve üzerinde "Elvis'i seviyorum" yazan türlü obje ile (yastık, oyuncak gibi hediyelikler) geliyor. Yalnız bir ürünün üzerindeki yazı Presley ailesinin dikkatini çekiyor: "Elvis'ten nefret ediyorum." Bu ürünü ürettirmesinin sebebini soruyorlar.
Albayın açıklaması bana göre kapitalizmin bu güne dek yapılmış en iyi tarifi: "Senin gibi starlardan her zaman seven kadar da nefret eden olacaktır.
Sevene ürün satmak kolay. Mühim olan diğerini avlayabilmek. Kimse benim sanatçımdan -bedava- nefret edemez.
Ücretini ödeyecek, öyle edecek." İkinci sahnede, Elvis eşine ağlıyor.
"40 yaşıma geldim. Dünyaya hiçbir iz bırakamadım. Klasik bir filmim bile yok." İnanabiliyor musunuz? Plakları tüm zamanların en çok satılan yıldızı, hala ölmediğine inanılan 'kral' lakaplı Elvis Presley böyle düşünüyor! Demek ki insanın içindeki duygusal boşluk ve sevilme isteğini doyurabilecek bir başarı, hayranlık ya da para miktarı yok. Belki de menejeri doğru söylüyor:
"Bana haksızlık ediliyor. Sanıldığı gibi onu ben öldürmedim. Hayranlarının sevgisi öldürdü."