• BUGÜNKÜ YENİ ASIR
  • Namaz Vakitleri
  • VavTv Canlı Yayın
HÜSEYİN KOCABIYIK

BDP'lilerin dokunulmazlıkları...

huseyin.kocabiyik@yeniasir.com.tr Tüm yazıları
Giriş Tarihi: 06 Aralık 2012, 13:02
BAZI HATIRLATMALAR (2)

Dokunulmazlığa karşı çıkanların gerekçelerini bir başka perspektiften eleştirmeye devam edelim. Deniyor ki: "1994'te DEP'liler hapse atıldı, ne oldu, terör bitti mi? Daha güçlü bir PKK çıktı ortaya. BDP'yi destekleyen taban da genişledi."
İlk bakışta bu sözler haklı gibi görünüyor, oysa 1994 ve sonrasının şartları, o dönemde devlet ve siyasette yaşananlar bir bütün olarak analize tabi tutulursa, meselenin hiç de söylendiği gibi olmadığı ortaya çıkar.
Öyleyse analiz edelim:
1- Bir kere Rahmetli Turgut Özal'ın 1991'de, Tansu Çiller'in ise 1997'de gündeme getirdiği "Kuzey Irak'a girme" kozu, Türkiye tarafından hovardaca harcanmıştır. Daha doğrusu askerler ya korkaklıklarından ya da ufuksuzluklarından siyasetin önünü açmamışlar, tam aksine bu arayışı sabote etmişlerdir.
2- Bunun terörle mücadele tarihimizde taşıdığı anlam şudur: PKK'nın kendini var ettiği, silahlandığı, ürediği bölgeyi kontrol edemedi Türkiye. Yani maça 1-0 yenik başladık.
3- 1990'lı yılların başından itibaren ülkeyi yöneten DYP-SHP koalisyonu "Kürt realitesini kabul ediyoruz" sözünden başka, soruna ilişkin tek bir siyasi, demokratik, sosyal, ekonomik proje ve model geliştiremedi. Güneydoğu meselesi tamamen askere havale edildi. Demirel ilk fırsatta, tabiri caizse, Çankaya'ya tüydü. Erdal İnönü ise yine ilk fırsatta kendisini siyasetin dışına attı. SHP ve DYP'de çalkantılı dönemler başladı.
4- 1996 yılı Türk siyasi tarihinin en berbat dönemiydi. Siyasi istikrarsızlık nedeniyle hükümet kuruluyor, hükümet yıkılıyordu. Ankara siyasetçileri birbirini hırpalamaktan ne Kürt meselesini, ne Kuzey Irak'ı ne de demokratikleşmeyi düşünmekteydiler. Mesele askere tevdi edilmişti ve asker kafasına göre vuruyor, kırıyor, dağıtıyordu. Dönem hükümetlerinin konuyla ilgisi levazımatçılıktan ileri gitmiyordu.
5- Oysa ne yapılması gerekiyordu? DEP'lilerin Meclis'ten çıkarılmasından sonra, hemen bölgeye dönük bir açılım politikası geliştirilmeliydi. Kürt vatandaşlarımızın bireysel hakları tanınmalıydı. Devletin ve hükümetlerin onların yanında olduğu gösterilmeliydi. PKK'dan bıkmış olan halk kazanılmalıydı. Bunların hiçbiri yapılmadı.
Demokrasinin kendi meşru güvenlik sigortalarını işlemez hale getirirsek demokrasiyi nasıl koruyacağız?
6- Bu dağınık süreç 1996 yılına, yani REFAH-YOL'un kuruluşuna kadar devam etti. Yeni hükümet iyi bir şeyler olacak ümidi veriyordu. Hiç olmazsa ekonomik rahatlık sağlamıştı ülkede. Ama bu ülkenin kara talihi biter mi hiç, bu sefer de 28 Şubat belasıyla karşılaştı Türkiye. Tarihin en aptalca hareketiydi. Düşünün ki ülkenin kaderi iki et kafalı generalin ihtirasına terk edilmişti.
DYP'yi ve Refah Partisi'ni alaşağı ettiler.
7- Refah Partisi, Güneydoğu'nun en büyük siyasi örgütlenmesiydi. Türkiye'nin birliği ülküsüne sıkıca bağlıydı, lideri Necmettin Erbakan gerçek bir devlet adamıydı. Refah Partisi Diyarbakır'da belediye seçimlerini iki kere üst üste kazanmış bir partiydi. Aslında Güneydoğu ve Doğu Anadolu'da partiden öte bir sosyal örgütlenmeydi Refah Partisi. Kürtleri İslam kardeşliği anlayışıyla Türkiye'ye sımsıkı bağlayan bir bağ işlevi görüyordu. Refah partisi döneminde o bölgelerde PKK vardı ama siyasi Kürtçülük gelişmiyordu. Daha açıkçası, Türkiye için asıl tehlikeli olan siyasi Kürtçülük Refah Partisi'nin gücü sayesinde ilerleyemiyordu. İşte 28 Şubat'ın içinde yer almış olanlar, askeri, yargısı, basını, sivil toplumu bu sosyolojik olguyu hiçbir zaman göremediler ve elbirliği ile Türkiye'yi bir arada tutan bir siyasi kurumu imha ettiler.
Oldu mu 2-0...
8- O kayıp yıllar devam ederken Abdullah Öcalan, Türkiye'ye verildi. Dönemin başbakanı Ecevit yıllar sonra, "Valla bize Apo'yu niye verdiler bir türlü anlayamadım" diyecektir. Ama terör örgütünün başını canlı canlı bize vermişlerdi işte. Bu yeni ve önemli bir gelişmeydi, PKK'nın kurucusu, önderi, stratejisti ve her şeyi olan adam Türkiye'nin elindeydi. Ve de üstelik daha uçaktan inmeden "Benim anam Türk, devletimin hizmetindeyim, görev yapabilirim" diye konuşuyordu.
Ne oldu? 1999 yılından 2002 yılına kadar bu ülkenin idaresinde olanlar yan gelip yattılar. Ne terörün ne de sorunun çözülmesi için hiçbir yaratıcı siyaset geliştiremediler. Ellerindeki terör örgütü liderini kullanamadılar. Sonradan öğreniyoruz ki bazı generaller İmralı'ya gidip Apo'yla sadece "geyik" yapmışlar. Apo'dan medet umar hale geldiğimiz bugünlerden geriye baktığımızda kaçırdığımız fırsatın ne olduğu anlaşılmıyor mu?
Alın size bir gol daha, oldu mu 3-0.
9- Apo'dan yararlanmayı beceremedi koskoca devlet. Bir yargı süreci yaşandı, adil bir yargılamaydı ve terörist başı müstahak olduğu cezayı aldı. Elbette idam cezasıydı bu. Bu adam asılmalıydı, adalet için cezasını çekmeliydi. Ama Türkiye'ye bu caninin veriliş şartlarını hatırlattılar, AB idam cezasının uygulanmaması için baskı yapmaya başladı. Ve bizimkiler, MHP'de dahil, elbirliği ve işbirliği ile bu cani bölücüyü ipten kurtardılar. Oysa Abdullah Öcalan asılmalıydı ve bu sayfanın bir yanı kapatılmalıydı. Bu yeni bir başlangıca da zemin hazırlayacaktı.
Bu sonuçla yenen bir gol daha: 4-0.
***
Biliyorum, bu yazıyı çok uzattım ama sanırım bazı gerçekleri ve bugün yapılan tartışmalarda öne sürülen gerekçelerin geçersizliğini biraz olsun ortaya koyabilmişimdir.
Söylenenler gerçek değildir.
Türkiye'de siyaset ve devlet kurumları üzerine düşeni yapmamışlardır. Yanlışlık 1994'de kaldırılan dokunulmazlıklarda değil, o gelişmenin ve daha sonraki gelişmelerin önümüze getirdiği fırsatları hovardaca harcamamızdadır.
BDP'lilerin dokunulmazlığı kesin olarak kaldırılmalı ve bu kişiler yargılanmalıdır.
Bu hukuk devleti olmanın gereğidir.
Bir anayasal devlet olmanın gereğidir.
Sadece iç hukukumuz bakımından değil, aynı zamanda uluslararası hukuk ve AB müktesebatı bakımından da zorunludur.
Zira Venedik komisyonunun aldığı kararlar ortadadır ve buna göre terörü destekleyen, öven bir partinin demokraside yeri yoktur.
Peki, bazı çevrelerin "anakronik" gerekçelerine kulak verip BDP'lilerin işlediği suçlara göz yumarsak ne olur?
Ne kazanırız bundan?
Ne kazanacağımızı bilmiyorum ama ne kaybedeceğimizi söyleyebilirim:
Öncelikle bu ülkenin hukuk devleti kimliği zedelenir.
İnsanlar suç işleyecek, yargı kanunların değil de siyasetçilerin mülahazalarına kulak verecek... Hukuk devleti tanımına uygun bir durum mudur bu?
Meseleye bu şekilde bakarsak devleti, demokrasiyi ve hukuku yozlaştırmış oluruz.
Demokrasinin kendi meşru güvenlik sigortalarını işlemez hale getirirsek, demokrasiyi nasıl koruyacağız?
Ayrıca, dünden farklı bir Türkiye var bugün.
Özgüven sorununu aşmış bir Türkiye var.
Demokrasinin sorun çözme yeteneğini keşfetmiş bir Türkiye bugünün Türkiye'si.
Arkasında millet iradesi olan bir yönetici kadro görev yapıyor.
Çözüm planı ve iradesi olan bir hükümet iş başında.
Kürtlerin, Türklerin birlikte sevdikleri bir Başbakanımız var.
Konuyu tartışırken yakın tarihe doğru taraftan bakalım istedim.


Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.