Semih Kaplanoğlu bir Ege çocuğu. Tire kökenli ve İzmir Karşıyaka'da yetişmiş. Bir sinema ustası, az sayıda fakat bol ödüllü filmlere imza atmış. İsmini duyuran Yumurta ve Süt filmleri Tire'de çekilmiş.
Bal filmi 2010 Berlin Film Festivalinde en büyük ödül olan Altın Ayı ödülünü aldı. Son filmi olan Buğday ile Tokyo Film Festivalinde 2017'de en büyük ödülü aldı.
Semih Kaplanoğlu'nun bir söyleşi kitabı var: Yusuf'un Rüyası (H yayınları). Bu kitaptan hareketle onun düşünce dünyası ve sinema anlayışına değineceğim.
S. Kaplanoğlu, 1963 İzmir doğumlu, henüz 55 yaşında, Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi'nden mezun olmuş. O her şeyden önce kendini sinema sanatına adamış, adeta kaliteli sinemada fani olmuş; aynı zamanda okuyan, tefekkür eden, meselesi olan bir kimse.
Babaannesinin memleketi olan Tire'yi, İslam'ın yoğun olarak yaşandığı bir yer diye niteler. Babası Prof. Dr. Nejat Kaplanoğlu (1932-1990) Ege Üniversitesi'nde profesördü. Sonra Dokuz Eylül Üniversitesi'nin kurucuları içinde yer aldı. Bir ayağı Avrupa'da aynı zamanda inançlı biriydi, muhafazakardı.
İnançlı bir ailede yetişen ve okumaya meraklı olan Kaplanoğlu çocukluğu hakkında "Mucizeler, evliyalar, hikayeler, bütün bunlar gündelik hayatın parçasıydı" der, bunlara inandığını, kendisine mantıklı geldiğini ifade eder.
İzmir Atatürk Lisesi'nde okurken İGD, Dev-Yol, Dev-Sol gibi sol örgütler hakimdir. Şöyle der: "70'lerin sonunda bende sola karşı bir reaksiyon başladı. Kaba, genelleyici ve ayrıntısız bulmaya başlamıştım. Önerdikleri yazarlar çok sığ geliyordu bana, bir edebiyat tadı almıyordum. Bakış açılarımız farklıydı."
ÖZÜNÜ ARAYIŞ
Yabancı büyük sinemacıları tanıdıktan sonra kendi kendine sorar: "Peki bizim kültürümüzde kurucu unsur ne olabilir? Bana Yunus'muş gibi geliyor" der. Yapılacak filmlerin içinde de ona ait bir alan olmalı diye düşünür.
Erol Akyavaş'la tanışır. Dünyaca tanınan bu ressamımız yurtdışında yaşar, yazları Türkiye'ye geliyor. İnançlı birisi, Müslüman. Bir derviş. Ondan etkilenir.
Kaplanoğlu inançsız biri değilse de çocukluktaki safiyetini kaybetmişken, Erol Bey onu başka bir dünyayla tanıştırır, maneviyatı fark etmesini sağlar. Aynı şekilde Sezer Tansuğ ve Turgut Cansever'in etkisinde kalır. Bunların ikisi de kendi köklerimize bağlı sanatkarlardır.
Seküler bir hayat yaşarken belli bir inancı varsa bile fiiliyata dökülmediğini, kalbin devre dışı kaldığını fark etmiştir. Sonunda maneviyatı gündelik hayata dahil etme sürecine girer:
"Batılı bir donanım edinmişsin. Ama bir de burada başka bir hayat var. Gelenek var, İslam var, sözlüsüyle yazılısıyla koca bir edebiyat var, halk hikayeleri var, halk müziği var, klasik Türk müziği var, var da var. Ama senin hayatında bunların hiçbiri yok. Bir kenarda duruyorlar, onlarla ne yapacağını bilmiyorsun."
GÖNÜL İŞİ
Sonunda kendi rızasıyla ve gönlüyle yeni anlayışı benimser. Tabii bu asla "Ben anladım", "Ben oldum" denebilecek bir durum değil. Bunu gönlünüzle söylersiniz ama öyle bir hayat sürdürüyoruz ki hep farkında olmamız, hep bir dengede durmamız gerekiyor.
Denge şu: Hayatta hiçbir şey çok önemli olmamalı, film yapmak bile çok önemli olmamalı. En önemlisi O'nun rızası için çaba göstermek olmalı. Ve bu aşk ile olmalı ancak.
"Bir hakikat var: Allah'ın varlığı ve O'nun kurduğu kainat. O'nun varlığını hissettiğimiz her an hakikate yaklaşırız. Film yaparken ister istemez bu konuda bir pozisyon alırız."
Şöyle der: "Ben, elimden geldiği kadar, ibadet eder gibi film yapmaya çalışıyorum. Elimden geldiği kadar, çünkü bunun bir ölçüsü yoktur. Kimse 'Ben filancadan daha çok ibadet ediyorum'" diyemez, Herkes hakikati kendince hisseder. Filmlerin de bu anlamda insanların içinde var olan nüveyle köprü kurabileceğine inanıyorum. Sanatın yükseltici olması gerektiğini düşünüyorum. Fıtratımız gereği, aşağı çekici olmamalı. Tanrı'dan üflenmişse ruhumuz, ben alçaltıcı bir şey yapamam. Beşeri ilişkilerde de yapamam, film çekerken de yapamam."
NOT: Bir önceki yazıda "madden ve manen" yazmışım, doğrusu "maddeten" olacak.