Prof. Dr. Hüsrev Hatemi (d. 1940) iyi yetişmiş aydınlarımızdandır. Muharrem ayı dolayısıyla onun "Anılar" kitabından başlıktaki konuyla ilgili birkaç hatırasını aktaracağım. Kendisi şöyle anlatır:
Azerbaycan'dan gelen baba tarafım da, onlardan önce İstanbul'a yerleşmiş olan anne tarafım da, Caferi mezhebindendi. Bu mezhepte namaz yine beş vakittir. Farzların rekat sayısı da aynıdır. Oruç hiç farksız olarak, sünni mezhepler gibi tutulur ve oruç ayı Ramazan'dır. Hz. Muhammed'e en büyük saygı duyulur. Ondan sonra en büyük İslami kişilik Hazret-i Ali'dir.
1960'lar sol sempatizanı Sünni gençler, "Hüseyn'in kanın alalım, Tevekkeltü taalallah" diye iki yana sallanarak okurken, çoğunun burada neler söylendiğinden, Kerbela vakasından ve Hz. Hüseyin'den haberi yoktu. Yine de o yıllar, ümitli yıllardı.
1990'lı yılların ortasından sonra, asıl Türk müslümanlığının Alevilik olduğu, Şiiliğin İran, Sünniliğin Arap müslümanlığı olduğu saçması, yeni bir düşüncesizlik nümunesi olarak söylenmeğe başlandı. Daha önceleri Alevi dostların da müslüman olduğunu söylemek Alevilerce (doğal olarak) memnuniyetle karşılanırken, 90'lı yılların sonuna doğru bazı Aleviler "biz Zerdüştilikten geliyoruz, İslam dini ile bizim ilgimiz yok" tarzında cevherler yumurtlayarak Hazret-i Ali'nin içini sızlattılar.
MERDİVENKÖY DERGAHI
1957 yılında Merdivenköy Bektaşi Dergahına gitmiştik. Bir zamanlar postnişini olan şahsın ailesinden oldukları belli olan bir mütevazi aile, küçük, tek katlı bir binada oturuyordu. Bina dergah bahçesinde idi. Çok bakımsız ve harap olan dergahı gezmiştik.
1996 yılında ise dergaha girerken önce büyük bir hoşnutsuzluk hissettim. Çünkü harap durumda olan dergah, çok güzel tamir edilmişti. Ayin salonuna girince de temiz giyimli dört genç öğrencinin semah yapmakta olduğunu gördüm. Fakat "Merdivenköy Bektaşi Tekkesi" adı tamamen unutulmuş, yeni adı "Şahkulu Dergahı" olmuştu. Hiç olmazsa parantez içinde eski ad anılmalıydı. Yakup Kadri'nin ve Yahya Kemal'in anılarıyla dolu olan "Merdivenköy Bektaşi Tekkesi" adının unutturulmasında asıl sebep acaba, şehir Bektaşiliği ile Anadolu Aleviliği şeklinde yeni bir kutuplaşma mı idi?
Ben bu düşüncelerle dolu, fakat Dergahın tamir edilmiş olmasından sevinçli olarak ayrılırken, kapının yanından kitap satış bürosuna girmemle, sevincim söndü. Çünkü Hz. Muhammed'i sevmediği malum olan Turan Dursun'un kitapları baş köşedeydi. Bektaşi Nefeslerinin en güzellerinden biri: "İptidadan yol sorarsan, yol Muhammed Ali'dir Hu/ Yetmiş iki dil sorarsan. Dil Muhammed Ali'dir Hu" diye başlar. Muhammed ile Ali, Alevilikte birbirinden ayrılmayacak iki kutsal isimdir. Bu büyük hata nasıl yapılıyordu?
O yıldan beri bu olayı tartıştığım Alevilerin çoğu, 1950'li yılların Müslüman Alevileri olmayıp politize olmuş 1990'lı yılların Alevileri olduklarından "düşünce özgürlüğü filan fiştik" gibi yenip yutulmayacak cevaplar alıyorum.
ÖZ KAYBOLMAMALI
Hüsrev Hatemi şöyle tamamlar: Özetle diyorum ki Caferilik, Sünnilik, Alevilik İslam dininin aynı neşeler, aynı zevkler taşıyan bölümleridir. Sünnilik Hazret-i Ali'ye ve torunlarına dil uzatırsa, Yezid'i övecek kadar kafayı üşütürse, ortada Müslümanlık da Sünnilik de kalmaz.
Alevi ve Caferilik de, Hz Muhammed'i unutur, Peygamberden, hatta Hz. Ali'den çok Zerdüşt'ü överse, yeni bir din ortaya çıkmıştır. Ortada Müslümanlık da Caferilik de kalmaz.