Program için gittiğimiz Erzurum'dan partnerim sevgili Didem Tolunay'la birlikte dönüyoruz... İzmir uçağına bindiğimizde kaptan pilot, hava şartları ve patlayan lastiğin değiştirilmesinden ibaret gecikme gerekçelerini alışık olmadığımız bir doğallık ve samimiyet içinde, o her zamanki buğulu ses ve seksapele hiç başvurmadan izah etti. Hani öylesine tatlı bir tarzı vardı ki, neredeyse ' Ben de geceyarısı İzmir'e varmışken Topçu'da çöp şişimi gümletirim.' diyecek gibiydi. Ne yazık ki bu tatlı kaptan pilot, uçuşun bir saat kırk beş dakika süren kalan kısımlarında bizi rahatlatmak gereği duymadı.
Uçuş, yanımızdaki koltuğa gençten, sakallı ve tişört giymiş birinin oturmasıyla işkenceye dönüştü. Genç adam kollarını kaldırıp öndeki koltuğa dayadığında sanki koltukaltında beslediği bir hamster varmış da hayvan dün hakkın rahmetine kavuşmuş gibi yoğun bir leş kokusu üzerimize hücum etti. Ben, elimdeki kitabı burnuma siper ettim ama nafile! Didem, rahatsızlığını bana İngilizce dile getirerek teselli bulmaya çalışıyordu. Bu esnada yanımızdaki yolcunun da durumun farkında olduğunu ve ara sıra tişörtünün koltukaltlarını çekiştirdiğini farkettim. Ama bununla birlikte bu vatandaşımız ne lavaboya gidip koltukaltını yıkamak, ne de montunu tekrar giymek lüzumu duydu. Yani, ne yaparsınız? Giy şu montu be pis herif seni, demek var ama diyemiyorsunuz işte... Onun yerine adam her kıpırdadığında nefesimi tutmaya çalıştım. Bu arada, çok kötü koku duyduysam da bu tüm zamanların best of'uydu doğrusu !
Biraz sonra bir yolcunun kalp ritminin bozulmasıyla 'Doktor var mııı?' anonsu yapıldı ve hostesimiz elinde oksijen tüpüyle koltukların arasına daldı. (Bu esnada ya aramızda doktor olmasa ne olur'u düşünmeye başladım. Bence şirket çalışanı olan bir uçuş güvenlik görevlisi, bir de doktorun her uçuşa eşlik etmesi gerek.) Allahtan hasta yolcu iyi oldu. Yalnız hosteslerin başının derdi bitmedi. Bu kez de tüm başüstü lambalarını açıp söndürmeye başladılar. Bir yandan da ellerini kabin duvarlarına dayayıp herhangi bir hava hareketi hissetmeye çalışır gibiydiler. Özellikle bizim bulunduğumuz bölgede baş üstü dolaplarını açıp birer tazı misali içlerini koklamaları da tuzu biberi oldu. Belki bir yanık kokusu vardı uçakta, ama yanımızdaki terli yolcu sağolsun, Didem'le bizim burunlarımız bu dominant kokuyla kör olduğu için başka bir kokuyu algılamıyordu. Hatta bir ara ' Boşuna aramayın, kokunun kaynağı yanımızda..' diyesim geldi. Hostese ' Hayırdır hanımefendi, ciddi bir durum mu var?' diye sordum. Kadın bana bakarken gözlerini kısıp alt dudağını ısırdı ve başını iki yana salladı. Bu hareketin iki anlamı olduğunu biliyordum:
1. 'Siz çok çekici birisiniz doğrusu.'..
2. 'Vallahi ne siz sorun ne ben söyleyeyim, durum çok ciddi..'.
Bir beden dili uzmanı olarak doğru yanıtın uçakta bir problem olduğu sinyali olduğuna emindim. Didem Tolunay bildiği duaları okumaya başladı.
Bu arada hosteslerimiz, stresten bağırsakları bozulmuş gibi ardarda tuvalete girip çıkıyorlardı. Neyse, yumuşacık bir inişle İzmir'e vasıl olduk. Uçak inerken ısrarla kitap okumama ve onu rahatlatmamama kızan Didem' den sağlam bir yumruk yedim. 'Sırası mıydı şimdi kitap okumanın?' diye haykırdı. 'Valla, o koku bitsin de isterse uçak düşsün, farketmez,' diye kızgınlığını körükledim. Uçaktan çıkarken paniklerinin sebebini sorduğum hosteslerden ne yazık ki ne bir yanıt alamadım.
Bu yazımdan alınacak dersler:
1. Önümüz yaz. Uçağa binerken kişisel temizliğinize dikkat edin ki dedikoducu yazarın biri sonra sizi ele güne rezil etmesin.
2. Uçuşlarda herşeyin yolunda gitmediği anlarda hosteslerin yüz ifadesini okuyarak ipucu çıkarmaya çalışanlar: Bazen gördükleriniz sizi memnun etmeyebilir.
3. Uçuş güvenliği için dua okumak da kitap okumak da aynı oranda etkilidir.
Hayatınız bir film olsa izler miydiniz?
Son kitabım 'Hayat Seni Cümle İçinde Kullandı' için benden bir randevu isteyen Dora dergisinden sevgili Ebru Öndersev ile gerçekleştirdiğimiz röportajda, kitaplarımı büyük bir dikkatle inceleyen Ebru hanımın sorularıyla terledim. Ebru Öndersev,kitapta okuyucuya sorduğum tüm soruları bir silah gibi kullanarak bana doğrulttu, beni kendi silahlarımla (!) vurdu. Gerçekten de ne zormuş sorduğum sorular... İşte bunlardan biri: 'Hayatınız bir film olsa, izler miydiniz?'
Hemen 'Evet, izlerdim' demeden önce bir kez daha düşünün. Pek renkli geçmiş bir hayatımız olabilir. Ancak sadece hareket midir bir filmi izlenir kılan? Yoksa biraz da dramatik çatışma mıdır? Çevrenizdeki ' çatlak' kişiler kadar renkli misiniz? Bir film kahramanı olarak biraz sıradan kalmaz mıydınız acaba, bir düşünün...
Hayatta renkler, sıradanlıktan uzak olmaktan doğar. Ortalamaların üstünde sahneler heyecanlıdır. Hayat, bir hareket zinciridir. Çatışmalar ve karşılaşmalar yaşamımıza benzersizlik katar. Bu karşılaşmalardan ya aşk, ya komedi, ya da gerilim öyküleri doğar. Sizin hayatınızdan bir film olur mu? Bu filmin türü ne olurdu? Bu filmde sizi kim oynardı? Eğer doksan dakikalık bir film etmiyorsa tüm yaşadıklarınız, yaşamış sayılır mısınız? Yoksa biraz daha risk mi almalı gerçekten yaşadığınızı anlamak için?
Bu soruyu Facebook'ta da arkadaşlarıma sordum. Meğer hayatının film olmasını isteyen ne çok kişi varmış... Kendisini Julia Roberts ya da Bruce Willis'in canlandırmasını isteyenini mi ararsınız! Pekiyi, ya siz ne düşünüyorsunuz?
Takımımız ve Anneler Günü
Geçen haftaki Galatasaray zaferinin ardından -ki Anneler Günü'ne denk düşmüştü- aklıma şu geldi. Öncelikle Fenerlilerin Anneler Günü'nü kutlamalıyız, zira en çok onların anası ağladı...