Sanatın çaresizliğimize uzattığı eli yakalayın
Ulusal bayramlarda bağımsızlığımızın üzerine titreriz bir günlüğüne, milli birlik ve beraberliğin öneminden söz ederiz. Dini bayramlar ise geleneklerimize sahip çıkmanın akıl edildiği; vefa, dayanışma, yardımlaşma ve kardeşlik söylevlerinin çekildiği günlerdir.
Peki ya diğer günler neye teslim olur maneviyatımız? İş, güç, para ve mevki hırsına mı yenik düşeriz? Kanımıza işleyen 'tüketim virüsü' müdür iyilik duygularımızın direncini zayıflatan?
Neden hep koşuşturma arasında sıkışıp kalır insanlığımız? Sevgi, saygı ve yardımlaşma için birkaç günlüğüne mola verdiğimiz 'en savaşları'na devam edeceksek, bayramların ne anlamı kalır? Doğruları hatırlamak kadar sürdürmeye çalışmak önemlidir oysa.
Başarı, varlık, konum, kazanç, alışveriş ve yenilik gibi beklentilerimiz, ihtiyaç karşılayıcı birer talep olmaktan çıkıp herkesi geçmeye çalışmanın kulvarları haline geldiğinden beri huzurumuz kalmadı. Kişiliğin ölçüsünü bilgi, sevgi ve çalışma değil, 'konfor' ve 'gösteriş' belirliyor çağımızda. Gösterişimiz büyüyor ama değerimiz ucuzluyor işte.
Öylesine ucuzluyoruz ki, üstünlük hırsının körüklediği 'kıyıcı rekabet' sayesinde, sevdiklerimizi bile 'rakip' gördüğümüz bir kültüre dört elle sarılıyoruz.
İki kişilik bir aşkı yüreğimize sığdırmaya çalışırken bile aklımızda hep kendi varlığımız... İlişkilerimizi koruyamayışımız da bencillik yüzünden değil mi zaten? Teknolojinin iletişimde kolaycılık sağladığı söyleniyor. Şimdiki gençlik, tekil yaşadıkları odalarında sosyalleşiyor. MSN listelerindeki çoğunluğa karışarak. Teknoloji ve para elbette kolaycılık sağlıyor ama 'kolaycılık' aile kurumunun yaşamasına yetmiyor.
Çocuklarımızı da canavarlaştırıyoruz, emek vermeyi öğretmeden her istediklerini ellerine tutuşturarak... Hayatı paylaşmak dururken, sonu gelmeyecek bir tüketim alışkanlığına sürüklüyoruz onları. Bir süre sonra yeni heyecanlar aramaya başladıklarında şaşırıyoruz. İhtiyaçlarının hiç zahmet çekmeden, hep başkaları tarafından karşılanması yüzünden hayatın zorluklarıyla başa çıkmayı beceremiyorlar. Yalnızlık, bunalım ve erken doyumun boşluğunda, sapkınca duygulara kapılabiliyorlar.
İşte geride bıraktığımız bayramı da, 'Canavarca hisle insan öldürmek' suçundan yakalanan Cem Garipoğlu'nun gölgesinde geçirmedik mi? Gazete manşetleri ve televizyon haberlerinin ilk maddesini, 7 aydır çocukların işlediği canice bir cinayet kaplamıyor mu? Bu insanlık yoksunluğunun eseri kim? Elbette onları geleceğe hazırlayan yetişkinler. Anneleri, babaları...
İşte bu noktada, sanatın çaresizliğimize uzattığı eli yakalamak için daha ne bekliyoruz. Sanat, yüzyıllar öncesinden 'güzel olana ilgi duymayı' insanoğluna vasiyet bırakmıştır. Günümüze dek insanı sanatla uğraşmaya, ona bağlanmaya iten güdü, ruhumuzdaki güzelliği ve insancıllığı ortaya çıkarma isteğinden başka bir şey değildir. Çünkü sanattan güç aldıkça, bireyin kendine güveni, yaşam savaşındaki cesareti de artmıştır.
Durmayın. Devlet Tiyatrosu, Opera Bale ve Senfoni, bu haftadan itibaren yeni sezona perdelerini açıyor. İçimizdeki çocukla ve onun güzellikleriyle tanışmak için, haydi salonlara...
Hepimizi ağlatacak çelişki
Geçtiğimiz günlerde, ücretleri ödenmeyen set işçileri, ter döktükleri filmin galasını basarak haklarını istedi.
Tahmin edemeyeceğiniz kadar yorucu bir iştir, sinemanın arka planında yürüyen emekçilik. Sette gece gündüz demeden birkaç saat uykuyla çalışılır. Ve işte birçok sinema emekçisine kimi zaman alacakları bile zamanında ödenmez...
Hadi onlar ağır işçi. Ya Yıldız Kenter'in isyanına ne demeli! Türk tiyatrosunun hala parlayan en büyük yıldızı, '600 liralık emekli maaşıyla geçinmeye çalıştığını' söylüyor. Hayatının yarım asrını Türk tiyatrosu ve sinemasına adayan görkemli bir çınarı ayakta tutmaya verilen değer bu mu?
Ve Esra Erol çıkmış, "Cipimle turlarken, durakta otobüs kapısına yığılan insanları görünce ağlıyorum" diyor. Asıl ağlanacak çelişki, sen cipinle dolaşırken, Yıldız Kenter ve onun gibi gözünün içine bakılacak sanatçıların 600 liraya talim etmesidir Esra Erol!
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.