İki büyük şehrimizi sizlere hissettirdikleriyle kıyaslayalım mı?
Başlı başına (buyruk) bir ülkedir İstanbul...Nüfus yoğunluğuyla, iş yaşamıyla, turizm potansiyeliyle Türkiye'nin tanıtım elçisidir ve ismi -beğensek te, beğenmesek te- Türkiye'nin de önünde gelmektedir. Tüm dünyanın en güzel şehirlerinden olması bir yana, özellikle Hıristiyanlar'ın içindeki 'tüh ulan, kaptırdık!' kompleksidir. Kompleks bir şehir olması, içinde yaşayanların, bilhassa yakın zamanda yerleşip de yerleşik hayata adapte olamamışların kompleksine de temel oluşturur.
1950'lerin yerli filmlerinin siyah beyaz karakterleri nezih ve yedi göbek İstanbullu'dur ve 'Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul' şarkısı dillerinde gezerlerken, 1970- 80 arası hız kazanan göç olgusuyla, ezik erkek karakter o tepeye çıkıp meydan okur: 'Sen mi büyük, ben mi, göreceğiz İstanbul!.'
İstanbul'un taşı toprağı hepimiz için altın değildir. Her bünye kaldıramaz bu dev şehri. Nasıl ki para herkeste aynı şıklıkta durmazsa, İstanbul'da yaşamak da, İstanbullu yapmaz adamı. Bir taşra şehrinin ileri gelenleri, büyük şehre göçenlerden daha İstanbullu'dur örneğin. Günümüzün yerlisi kalmayan eski Konstantinopol'ünde artık İstanbullu olmak bir aidiyet değil, bir durum, bir persona belirtir...İstanbul'u kendisi yapan, işte bu yüzden, şehir efendiliğinden çok hızı ve güvenlik zaafiyetidir. 'Tarzan İstanbul'da' isimli pek bilinmeyen kült bir yerli filmde, Tarzan İstanbul'a gelir. 'Aa, burada da orman varmış' der. Yanındaki karakter, Türkoğlu Türk olduğu için yapıştırır lafı. 'Kağıthane'miz de var. Timsahı yoktur ama, lüferi çoktur.'
Bir misal de bizden... Beyoğlu'nun arka sokaklarında yürümekle Afrika'nın Serengeti'sinde yürümek arasında pek fark yoktur. Aslanı pek olmasa da sırtlanı, çakalı ve akbabası boldur. İşte biraz da bu güvenlik sıkıntısıdır şehri benzersiz kılan. Endişe duyduğun bir yerde kendini her zamankinden daha canlı hissedersin. Adrenalin manyağı olursun. Tabii haksızlık etmek istemem. Türkiye'nin bir numaralı şehrini sadece güvenlik zaafiyetiyle anamayız. Aynı sorun, dünyanın tüm büyük metropollerinin ortak sorunudur. İstanbul'da problem, dünyevi güzelliklerin çok fahiş bedellerle sunulmasıdır. Muhteşem güzellikte bir kadını metres tutmaktır İstanbullu olmak. Tadına doyulmaz hazlar, kaçamak yaşanır. Poligam hayatın bir yerlere yetişme telaşı, çekilen naz ve kaprisler, alınan lüks hediyeler de cabası! Zevkinin ta kendisidir İstanbul'un belası...
Derler ki, para İstanbul'a akar, ama musluk Ankara'dadır. Daha Eskişehir yoluna girdiğinizde, bu sözün doğruluğunu hissetmeye başlarsınız başkentte. Estetik zevkten yoksun olsa da, eski komünist şehirlerinin gücünü yansıtan devasa devlet binaları karşılar sizi... Memur ağırlıklı bir şehirde nasıl güç yetirip de oturulabildiğine akıl sır erdiremediğiniz lüks konut ve siteler, geniş caddeler selamlar. Biraz düşününce, kimi kodamanların İstanbul'da yalıda oturmalarının zekatının bu lüks sitelerde oturan bazı bürokratlar olduğunu anlarsınız.
Atatürk'ün hayat verdiği bu çölün ortasındaki vahaya alışmak mümkündür eğer su boylarından göçmemişseniz... Yoksa şehre adımınızı atar atmaz içiniz yanmaya başlar. 'Su verdi bana...' minnet ifadesiyle gezen bahtsız zangoç Quasimodo'ya dönersiniz. İmdadınıza büyükşehirin birer fetiş gibi bulabildiği her boşluğa monte ettiği yapay şelaleler ve artık donu karaya çalmış bedava havuz meraklısı sokak çocukları yetişir.
Güzel bir şehir değildir, vesselam... Ama hiç mi iyi yanı yoktur? Olmaz mı? Bir kere, Ankaralı da bilir, şehirlerinin öyle pek ahım şahım olmadığını. Misal, en lüks apartmanlar bir başka apartmanın terasına bakar. Ankara'da 'manzaralı ev', en kabadayısı orman, ya da küresel ısınma nedeniyle suyu ve canı çekilmiş Gölbaşı manzarasını temsil eder. Bu sebepledir ki, iç mekanlar, yapay cennetler oluşturma vaadiyle pek şıktır. Bir İstanbullu'yu bile şaşırtacak derecede iyi döşenmiş, son derece tabanca mekanlar sunar Ankaramız. Bir İzmirli'yi gücendirecek kadar alışveriş merkezi, bir o kadar da dünya mutfağı sunar gurmelere ve dahi sonradan gurme(!)lere...
Ata'nın ebedi istirahatgahına ve meclisimize ev sahipliği yapmanın gururunu taşıyan başkentin simgesinin fallik Atakule'de aranması, şehrin iktidara olan tutkusunun delilidir.
Ankaralı olmak, görücü usulü evliliğe benzer. Ne hızlı ne yavaş, ne kuş ne devedir. Güven verici ama monotondur. Hesaplı görünür ama, evdeki hesap bazen çarşıya uymaz. Huzur duygusu, Ankara'da en çok hisettiğiniz şeydir. Ama unutulmamalı ki, en huzurlu yerler aslında kabristanlardır. Ankara'da erkenden ölür, ama çürüyene dek gömülmezsiniz.
Aret'in farklı yaşları
Televizyon fenomeni, çok satar yazarı , 'yaşam bilgesi 'Aret Vartanyan, bana göre çok ilginç bir kişilik! Görüntü 30, beden dili ve mimikleri 18 yaşında hiçbir şeyi ciddiye alamayan bir genç, konuşma tarzı 12 yaşındaki ürkmüş bir ergen gibi kesik kesik, içerik 60 yaşında bir iletişim profesörü kadar dolu. Bu kadar farklı imaj arasında gelgitler yaşadığım için bu genç adamın mesajına konsantre olmakta zorluk çekiyorum.