Yaşım 16, yıl 1975... Hatay Caddesi'ndeki bir mobilya mağazasında çalışıyorum. Benim için zor bir dönem...
Ailem maddi sıkıntıda, destek olmak gerek. Aslında destek kendime, okul harçlığımı çıkarıyorum. Bu arada lisede öğrenimime devam ediyorum.
Bir gün mağazaya çalışmak için kara yağız bir genç geliyor, benden yaşça küçük...
Kaygılı, gergin ama cüretkar bir çocuk...
Patron kabul ediyor çalışmasını... Bir süre sonra, birlikte çalışmaya başlıyoruz. Günbe gün tanımaya başlıyorum onu...
Önceleri içine kapanık, açmak zor oluyor... Konuş konuş nereye kadar!..
Bir gün başarıyorum, güvenini kazanmayı... Önce Güneydoğulu olduğunu öğreniyorum, İzmir'e dayısının yanına gelmiş... Çalışıp para kazanmak istiyor, kazanacak ki, anasına gönderecek.
Fazla konuşmuyor, kafası sürekli meşgul.
Bir akşam iş bitiminde, oturuyoruz mağazanın önünde, patron gitmiş.. Az sonra kapatacağız.
Uzaklara daldığı bir sırada, "Biliyor musun arkadaşım" dedi, "Güneydoğu yakında Türkiye'den kopacak. Başkentimiz Diyarbakır olacak."
***
O an kısa bir şok yaşadığımı hatırlıyorum. Sonra, "Hadi leyn olur mu öyle şey... Bu ülke bölünmez. Dünya yıkılsa böyle bir şey olmaz" diyerek, iddiasına güldüğümü de...
Hatta kafasını sıvazlayıp, "Sen kafanı takma böyle şeylere... Bu ülke, her zorluğun üstesinden gelir. Sizin de sorunlarınızı giderir. Güneydoğu, Türkiye'nin en değerli hazinesi" dedim kendisine...
O ise tedirgindi, "Görürsün bak, bugün olduğu gibi yine kardeş kanı dökülecek. Belki de karşı karşıya geleceğiz. Ama ben sana silah sıkamam ki... Sen benim kardeşimsin. Bu ülkede yaşayan herkes benim kardeşim... Allah kahretsin, umarım bunu yaşamayız."
Sonra ikimiz de birbirimize sarıldık, ağlıyordu.
Yaklaşık bir ay sonra ona memleketinden mektup geldi, annesi çağırıyordu; kalamadı, vedalaştık.
Bir daha onu hiç görmedim. Yaşıyor mu, onu da bilmiyorum.
Ama onunla konuştuklarım aklımdan hiç gitmedi.
Sadece anlam verememiştim, kimseye de söylemedim. Çünkü benim için, "Bir çocuk hezeyanıydı"...
Kimin aklına gelirdi?
****
Düşünün 13 yaşında Kürt bir çocuk, yaşadığı kentte hissettiği bir takım olumsuz gelişmeleri, aktarıyordu Türk arkadaşına...
O tarihte ne PKK vardı ne de Kürt söylemi...
Sağ-sol kavgaları yurdu kana bulamıştı. Ülkenin tek meşguliyeti oydu.
Ama bir hazırlık vardı, kimseye hissettirmeden...
Ve ilk fitil 1984 yılında ateşlendi, bugüne gelindi. Kardeş, kardeşi öldürdü.
***
Önceki gün, Cumhurbaşkanı Gül, Çankaya Köşkü'nde, şehit annelerine iftar yemeği vermiş...
Duygusal anların yaşanacağı aşikar... Keza olmuş da.
Bir şehit anası, dikkatini çekmiş Cumburbaşkanı'nın... Hemen çaprazında oturan yaşlı kadına soruyor:
"Bir isteğiniz var mı?"
Kadın öylece bakıyor, çünkü kendisine yöneltilen sorunun anlamını bilmiyor.
Yaşlı teyzenin konuştuğu tek dil Kürtçe... O yüzden kendisine ne sorulduğunu anlamıyor.
Tercüme edilince de tek bir şey söylüyor:
"Sağolun, Devletimiz sağolsun. Her şeyi yaptı."
Oğlunu PKK ile savaşta şehit vermiş Bir Kürt anası o... Cahil de görünse, devletini satmıyor, slogan atmıyor.
Yüreğinden geçeni söylüyor, "Devletimiz sağolsun."
****
Biri 1975, diğeri 2009'da... İki duygusal sahne... Biri "Ben sana silah sıkamam, kardeşimsin" diyor, diğeri bir ana; oğlunu PKK terörüne şehit veriyor.
Hani bir süredir "Açılım" deniyor ya... İşte Güneydoğu insanı, işte fedakarlık.
Tek gerçek, bu iki sahnede...
O dünya güzeli insanlar, bölünmeyi değil, birarada yaşamayı istiyor; tek dilekleri ilgi, sevgi...
Uğruna ölünen bir vatan, zaten var. Bölünmek ne demek?
Belgesele gelince: "Salon yok birader"
Şimdi bugün çıkın, elinizde mikrofonla halkın arasına karışın ve insanlara şu soruyu yöneltin:
"Ekranda en çok ne izliyorsunuz?"
Gelecek yanıt üç aşağı beş yukarı aynıdır:
"Tartışma programları, söyleşiler, belgesel..."
Evet evet belgesel...
Peki soruyu tersine çevirelim, "Ne izlemek istersiniz" diyelim:
Yanıt yine aynı:
"Tartışma programları, söyleşiler, belgesel."
***
Bu yanıtları verenleri çoğu, aslında yerli dizi, dedikodu programları, magazinsel yalanları izliyor, onlara prim veriyor ama söylemeye cesaret edemiyor, yüzleşemiyor.
Çünkü karşı tarafın kendisini "kültürsüzlük"le suçlayacağına inanıyor.
Bu yalanlar sürdüğü için de, nedense hiç belgesel de yapılamıyor; onun için ödenek ayrılmıyor, emek verilmiyor.
Bu sözüm özel kanallara...
TRT, bu açıdan görevini fazlasıyla yapıyor.
***
NTV'de bir programa katılan müzisyen Nezih Ünen ise, 5 yıl boyunca Anadolu'yu karış karış gezerek hazırladıkları belgeseli, yayınlayacak ne bir kanal ne de salon bulamadıklarından yakınıyor.
Düşünün belgeselin yapım sürecinde Anadolu 2 kez tamamen gezilmiş. Toplam 350 saatten daha fazla çekim yapılmış. Tüm araçlar 40 bin km. yol katetmiş. 121 ayrı mekanda 133 performans çekilmiş. Unutulan nice değerler hatırlatılmış.
Ve diyor ki Nezih Ünen, "Bu filmi gösterecek salon bulamıyoruz."
***
Hiç şaşırmadım, sözde verdiğimiz, üstelik muhabirin gözünün içine baka baka, "Belgesel izlerim" diye yalan söylenen bir toplumda belgesele verdiği değer işte bu kadar...
Keşke, unutulan değerleri değil, belden aşağı dedikoduları çekseydin!
Anlatmanın doğru yolu
New York'ta, Brooklyn Köprüsü üzerinde dilenen kör bir dilenci bir gün bir şairin dikkatini çeker. Dilencinin boynunda asılı bir tabela vardır. Şair, dilenciye günlük kazancının ne kadar olduğunu sorar.
Dilencide sekiz-on dolar kadar olduğunu söyler. Bunun üzerine şair, dilencinin boynuna asılı tabelayı ters çevirip bir şeyler yazar, "Şimdi buraya senin kazancını arttıracak birşeyler karaladım. Bir hafta sonra yanına geldiğimde bana sonucu söylersin" der ve oradan ayrılır.
***
Şair, bir hafta sonra dilencinin yanına uğrayıp kendini tanıtınca dilenci, "Bayım size ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir haftada kazancım ikiye katlandı. Çok merak ediyorum tabelaya neler yazdınız?"
Bunu üzerine şair gülümser ve "Tabelada -Doğuştan körüm, yardım edin- yazıyordu. Bense -Bahar gelecek, ama ben yine göremeyeceğim- diye yazdım" der.
İşte olay budur.
Önemli olan, anlatılmak istenen şeyi en iyi şekilde anlatmak olduğuna göre, her şeyin daha iyi anlatılabileceği bir yol vardır. Yeter ki onu bulmaya, uygulamaya ve ufkumuzu bu doğrultuda genişletmeye uğraşalım.