Kültürel değerlerimize ne kadar sahip çıktığımız ortada; ya yakıp yıkıyor ya da çaresiz bırakıyoruz.
Bunun çeşitli örnekleri var yaşamımızda; turizmden kazanalım diyoruz ama örneğin İzmir'de Agora gibi tarihi değerlerimizi koruma konusunda daha yeni uyandığımız ve başka ülkelerin bu açıdan fersah fersah gerisinde olduğumuz da gün gibi aşikar..
Bir şeyler yanlış gidiyor ve başı bozuk...
Toplum olarak "aldırmazlık var" evet; "üşengeçlik üst sınırda" evet; "değerbilmezlik ön sırada" hem de nasıl!
Yani işin boyutunu böyle özetlemek mümkün...
Bazı ülkeler ve bu ülkelerin adı sanı duyulmamış şehirleri ve kasabaları, tarihine, kültürüne, diline sahip çıkıp üstünden para kazanarak, ün yaparak dünyada kendine yer edinirken, biz toprak altında bırakıyor, başkasını taklit ediyor ya da yok sayıyoruz.
Onlarla aramızdaki en önemli fark bu işte... Dünya insanı o ülkelere akıyor, bize de posaları kalıyor.
***
Geçen hafta Denizli'den dönüşte, eşimin uyarısıyla girdik Buldan yoluna...
Daha önce çok duydum methini bu şirin kentin.. Haberlerini sorumluluğumda olan sayfalara çok koydum ama "Dokumanın başkenti" diye adlandırılan Buldan'ı, daha önce hiç görmemiştim.
Şehrin merkezine girdiğimde ilk izlenimim, Buldan'ın Fransa'nın sempatik bir şehri olan "Touluse"a benzerliğiydi..
Ama o cıvıl cıvıldı, yıllar önce gördüğümde, yabancı turist kaynıyordu ama Buldan sanki kendi haline terk edilmiş...
Sadece kentin dört bir yanında, elişi ürünleri satan dükkanlar var, çevre il ve ilçelerden gelen bir grup da meraklı...
Oysa bu kent, hele bu mevsimde, her gün capcanlı olmalı... Turist kaynamalı.
Gerçi, Buldan Kaymakamlığı ve belediye başkanlığı, haftanın belirli günlerinde turistlere tur düzenliyormuş ama yeterli değil bence...
Bence Pamukkale'ye her gelen, Buldan'a da uğramalı...
Çünkü, elinde dünyanın peşinde koştuğu ama ancak birkaç Avrupa köyünde bulabildiği, özgün dokuma hayatı var burada.
Bir de tarihi dokuma tezgahları...
****
Denizli Soroptomist Kulübü'nün desteğiyle, Buldan Kaymakamlığı tarafından, 1999 yılında hayata geçmiş Buldan'ın el sanatları merkezi olan BELSAM...
İçeri girdiğiniz andan itibaren, el emeğinin yoğun kokusunu hissediyorsunuz. Bir de el tezgahlarının çıkardığı o hoş melodiyi... Bir başka yerde aynı keyfi almanız mümkün değil...
Çünkü burada tarihten anılar var.
Murat Hüdevandigar'ın serpuş ve cüppe diktirdiği, Barbaros'un şalının ve Genç Osman'ın gömleğinin, Yıldırım Beyazıt'ın kızının gelinliğinin dokunduğu ilçenin önemli bir merkezi burası...
İlk girişte, el tezgahlarında ilmek ilmek örülmüş ve satışa sunulmuş ürünler var; havlu, bornoz, örtü, yatak örtüsü ve daha birçok örnek...
İçeride ise, yaşı yetmişi aşsa da, el tezgahının başına zevkle geçmiş, ürettikleri ürünle övünç duyan, 50 yılı aşkın bir süre bu işi yapan bir avuç el sanatı ustaları...
Örneğin Emin beyin hayatı burada geçmiş, başta eşi olmak üzere pek çok öğrenci yetiştirmiş... Yaşı 60'ı geçkin ama hala çalışıyor.
İşi, her yönüyle zahmetli... 150 yıllık tezgahlarda, emeğinin ortaya çıkışını izliyor her gün... Ama üzülüyor ve; "Hürol bey, günümüzde ne yazık ki, gençler ilgi duymuyor bu mesleğe; el emeğinin gücünü bilmiyorlar. Şu el sanatının yüreklere nakış gibi işlediği güzelliğin farkında değiller. Çünkü günümüzde artık bir düğmeye basarak, metrelerce kumaş dokunuyor. Ama, emeğin o güçlü sesini duyamıyorlar" diyor.
Politika, sanat ve modanın pek çok ünlü ismi ziyaret etmiş burayı... Girişimçi bir müdürü var; Mehmet Gürsoy, Buldan'ın en ünlü sanatını korumak ve tanıtmak adına müthiş bir çaba içinde...
Bu yürekli insanları kutluyorum öncelikle... Çabaları, her değerin üstünde bana göre...
Bu yüzden, sadece gezip görmekle olmaz, birilerinin onlara "dokumasına" ihtiyaçları var.
Bir şairin gözünde üç büyük şehir
ANKARA
En iyi kalpli üvey ana,
Bu şehri bu kadar yalın anlatan başka bir şey olamaz sanırım.
Sorumluluklarını bilen, asla kötü davranmayan ama sonuçta bir üvey ana
olan Ankara.
Bu şehirde insanlar bekler. Emekliliği, askerin bitmesini, rüşvetin gelmesini, gönderdiğiniz evrakın cevaplanmasını, suskun devletin
konuşmasını beklerler. Taşı çatlatacak bir sabırla bir şeyleri beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır. Belki denizi görselerdi beklemezlerdi. Denizi su sanırlar.
Suyu görmek için göllerin kıyısına gidersiniz ama su ufka uzanmaz.
Bir suyu deniz yapan ufuk yoktur Ankara'nın göllerinde.
Oysa ne önemlidir suyun hiç bitmemesi ve uysal bir sevgili gibi
gökyüzüyle birleşmesi.
O vaatker ufuk çizgisi, o nasıl güzeldir.
Her zaman ötelerde bir şey olduğunu fısıldayan o şehvetli çizgi.
İnsanlar Ankara'da beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır.
***
İSTANBUL'da ise durum daha vahimdir.
Hayat sanki bir adım ötede duruyor gibidir.
Doğruya doğru, dünyanın en güzel şehridir İstanbul, ama hayat eli çabuk davranır.
Daha siz elinizi uzatmadan işveli bir kadın gibi kaçar gider.
Bu yüzden hırsla kovalarlar hayatı İstanbullular.
Beklediği şeyin belki de hiç gelmeyeceğini söyleyen şeytani fısıltıya rağmen,
Ankaralının dingin tevekküllü bekleyişinde bir huzur vardır.
Ama İstanbullunun hırslı kovalamacasında ne huzur vardır ne de tatmin.
Dünyanın en güzel şehri hemen kol mesafesindeyken
Kendilerini yiyip yutan
Bir kovalamacanın içinde kaybolur giderler.
Hayat kaçar, onlar kovalar.
***
Ama İZMİR...
İzmir'de hayat beklenmez, kovalanmaz da... O zaten sizinle beraberdir.
Ufkun ötesini muştulayan bir deniz vardır. Mutlulukla dolu, sakin bir sevişmenin tadındadır körfez.
Körfez vapurlarının sakin gidişinde hırslarınız yok olur,
Kovalamayı bırakırsınız, hatta martılara gevrek atacak kadar iyilikle
dolarsınız.
Ne varsa bu şehirde, bayatlamış vapur çayı bile nektar olur.
Hafta sonları denize doğru bir göç başlar.
"Ey hayat, biz Çeşme'ye gidiyoruz sen de arkadan gel" der
İzmirliler muzipçe.
Ve ne gariptir ki hayat, uslu bir çocuk gibi onların peşinden gider.
Ne garip, uçak biletinin üzerinde adımın hemen yanında yazan IZM
harflerine sevgiyle bakıyorum.
Sabırsızım, sevgilisine kavuşacak aşıklar kadar.
Cemal Süreyya