Yaz bitti, televizyonda yerli diziler yine zirvede... Halk, beynini uyuşturmak, gerçeklerden kaçmak için sığınacak bir dal buldu sonunda; yeni yeni dizileri oldu, şimdi onlarla oyalanıyor.
Çocukluğumda Melike Demirağ'ın söylediği bir şarkı vardı, "Uyutayım seyirci uyutayım seni, masallarla, türkülerle avutayım seni" diye...
Geçmiş öyleydi şimdi de, değişen bir şey yok.
70'li yıllarda bir sanatçı, "toplumsal uyanışın" temelini atmış ama halk hala aynı çizgide gidiyor; kültürel gelişimini tamamladığı, bütçesinden sanata para ayıracağı güne kadar, bu çizgi değişmez.
Yani yine "Uyutayım seyirci, uyutayım seni"...
Yine zengin kız fakir oğlan aşkları, yeraltı savaşları, kabadayı salvoları, anlamsız komedi dizileri art arda ekrana geliyor.
Hoş iyi şeyler de var aralarında ama onlar da bir süre sonra düzene uyuyor, şiddeti, kavgayı ve ne kadar olumsuzluk varsa, bünyesine katıyor.
Neymiş toplum böyle istiyormuş, başka türlü dizi izlenmiyormuş...
Bu ne "yapaycı" bir görüştür, sıradanlıktır, baştan savmadır.
***
Şimdi bana diyecekseniz ki, hiç mi doğru işler yok bu kadar yapım arasında...
Var elbette ama onlar da ne yazık ki izleyicisini bulamıyor bir türlü... Yayınlandığı kanalın tanıtım eksikliği mi yoksa her bir kanalın bir gazetesi olduğunu varsayarsak, herkes kendi malını mı allayıp pulluyor, diğerlerini es mi geçiyor?
Bence ikisi de...
Mesela, TRT'de ekrana gelen "Şubat" dizisini izlediniz mi? Beni daha ilk bölümde şok etti dizi...
Hem çekim kalitesiyle beni cezbetti hem de "yeraltını" konu alan öyküsüyle kendine çekti.
Uzun süre, diziye mıhlanıp kaldım. Bu kalış, uyuşmak değil elbette... Çekim ustalığına hayranlık...
Öyküyle, HD görüntü kalitesi bu kadar mı uyuşur? Evet o kadar uyuşur, beni anlamanız için önce diziyi izlemeniz gerekli...
Şubat ekranda sadece dizi değil bambaşka bir şey. Belki dizi ilerledikçe, büyüsünü ortaya çıkarırım ama şimdilik sadece cuma geceleri, keyfini çıkaracağım.
Ahmakça değil, böylesi büyülenmek hoş çünkü...
"Tweet" denilen illet ölmeden mezara koyuyor
Sosyal medyanın son yıllarda en ünlüsü, tweet... Günümüzde bir nevi "günlük" hizmeti gören sistem, kişilerin bir anlamda iç dünyalarına hizmet ediyor.
Bu dünyada her şey var.
Sevindiğinde, üzüldüğünde, öfkelendiğinde attığın bir tweet, sana belki şöhret de getirir, şiddet de...
Hayatın döngüsü, o gün nasıl dönmüşse, attığın tweet de öyle değer kazanıyor. Takipçilerin artarsa bu senin övünç kaynağın oluyor, herkesten önce haber vermek de sahte bir itibar kazandırıyor kimliğine...
***
Bu yüzden 'tweet'çi paparazziler türedi bir süredir gazetelerde, televizyonlarda... Gazetelerin ana sayfaları, ekonomi, kültür, politika köşeleri, hatta spor ve magazin sayfaları, bu tweetçi tiplerin mesajlarından oluşmaya başladı.
Tweet yüzünden, yaşanan "gerçek" bile gerçek değil bizim için, on reddediyoruz sadece tweet gerçek...
İşte bu yüzden Nihat Doğan, "önce benden duyun" edasıyla hastanede yaşam mücadelesi veren ünlü tiyatro sanatçımız Erol Günaydın'ı "öldü" diye ilan etti.
İşte bu yüzden, birileri hastane yönetimini, doktorları bile es geçti, Neşet Ertaş'ı ölmeden mezara koydu.
Münir Özkol kaç kez öldü öldü, dirildi.
Bu tiplere bazı medya kuruluşları, internet gazeteleri de inandı. Hastane yönetimini bile aramadan, sormadan sitesine, gazete sayfasına koydu.
Bu bir çılgınlıktır dostlar, "nereye gidiyoruz" sorusunun anlam kazandığı bir çığrından çıkıştır.
Bir toplum bu kadar mı raydan çıkar?