İzmir ikinci kez EXPO'ya aday... Gelişmelere bakılırsa, her şey lehimize işliyor. Yani bu kez umudumuz var, işi sıkı tutuyoruz.
Bu iyi haber...
Bir de İzmir için geleneksel bir söylem var, İzmir, Türkiye'nin Batı'ya açılan penceresi... İnsanların hayata bakışı, çağdaş kimliği ve dünya görüşüyle hiç itirazım yok, yakışır. Ancak önemli bir saptama yapmam gerek...
Şehir yaşamı ne yazık ki, yayalar için bir azap, işkence...
Yani görünüşte modern ama kent yaşamında hala çağdaşı bir portre çiziyoruz. Kaldırımlar bu konuda bize ayna tutuyor. İnsan haklarının sürekli ihlal edildiğini, bir boşvermişlikle, kaldırımların artık neredeyse yürünmez hale geldiğini görüyoruz.
Bir yanlış anlamayı derhal düzeltmemiz gerek, kaldırım yayalar içindir. Güvenli, geniş ve engelsiz olması gerekir.
Ne marketlerin, ne giyim mağazalarının, ne pastanelerin, ne de lokantaların sergi ya da servis alanı değildir, olamaz, olmamalı...
"Burası üçüncü dünya ülkesi değil, Patagonya hiç değil" deriz ya her zaman... Boşa ve gülünç bir savunma mekanizması aslında... Bu görüntünün onlardan kalır yanı yok artık...
***
Dedim ya yaya olarak büyükşehirde yaşamak artık işkenceden öteye gitmiyor. Hele son yıllarda İzmir'de... Kaldırımda yürüyecek yer bulamadığın gibi, zorunlu olarak araç yoluna iniyorsun. Araçlarla sek sek oynamak da cabası!
Adam lokanta açıyor, bir süre sonra yürüdüğün yolu masalarla donatıyor, yani zaptediyor. Bununla da kalmıyor kış aylarında naylonla çeviriyor. Mecbursun içerden geçmeye... Millet yemek yerken, kokusuyla sebeplenmeye!...
Market açıyor, hiç umuru değil... Hem de "Çok işi yapacağız" beklentisiyle ellerini ovuşturup, otobüs durağının tam karşısına... İnsan yoğunluğunun tam kalbine...
O gün, hangi saatte, ne zaman geleceği belli olmayan mal kamyonlarıyla, durağın işgal ettiği yetmiyormuş gibi, meyve-sebze kasalarıyla kaldırımı sarıyor, geçiş yollarını engelliyor. Hele sabahları, koca koca çuvalları kucaklamış çalışanlarla karşılaşman mümkün...
Yayaysan onlarla tutmaca oynamaktan başka çaren yok!
Bu İtfaiye Durağı'nda da böyle, Gaziemir meydanında da...
Ya giyim mağazalarına, telefon marketlere ne demeli... Kimileri, etek, pantolon, don, mayo modellerini kaldırım tezgahlarında sıralıyor, kimisi de kapı önlerinde genişleyerek...
Geçecek, sıyrılacak yer yok. Yaya olarak çaresizsin... Kazağın, gömleğin takılıyor askılara!
Yolunuzdan çeviren cep telefonu satıcıları ise, insanı canından bezdiriyor.
"Bu ne rezalet" dediğinizde ise, "Biz belediyeye işgaliye parası ödüyoruz, bunu yapmak hakkımız" diye alay edercesine yanıt veriyorlar.
Araç parkları ise tam rezalet... Tek sıra yetmiyormuş gibi, artık çift sıra park ediyor sürücüler, haksızlığa itiraz ettiğin zaman ise bir dayak yemediğin kalıyor.
Bu İzmir'in her köşesinde böyle, merkez ilçede de, metropollerde de... Yani pişkinliğin büyüğü, küçüğü yok.
***
Esnafın bu vurdumduymazlığına taş koyan, disipline etmeye çalışan, yasal yollarla engelleyen, yönetim kararlığı gösterenler ise hemen açığa alınıyor. Zabıtalar bile asıl görevlerini yapmaya korkuyor.
Araçlarla seksek oynamaya devam yani!
Oysa belediyeler, önce "vatandaş" için vardır. Kentin dünü ve geleceği, huzuru, güveni onlardan sorulur, sorulmalıdır.
Çünkü çağdaş dünyada kent merkezleri, yayalara aittir. Çağdaşlık" lafla olmaz, yaşanır. Ne çığırtkanlar, ne de yasadışı işgaller yoktur orada...
Gidin Avrupa kentlerini gezin, özel çarşılar dışında, esnafın bu kadar fütursüzca davrandığını göremezsiniz. Orada her şey kent disiplini altındadır. Kimse, bir başkasının özgürlüğünü ihlal edemez, buna kalkışamaz bile...
Onun için geniş meydanlar, kaldırımlar yayanındır. Dükkanlar, kendi sınırları içinde kalır, araçlar yaya geçerken durur, hız yapmaz, üzerine sürmez.
Çünkü çağdaş şehirlerde yaşam bir disiplin içinde yürür, "bir kerecik olsun" delinmez. İnsan bunu beceremezse, yönetim önlemini alır.
Nitekim, rahmetli başkan Piriştina, araç yollarını daraltıp kaldırımları genişletirken, yaya özgürlüğünü düşünmüştü. Araç sahipleri ayaklandı, "yollarımız daralıyor" diye...
Oysa kent araç sahibinin değil ki, yayanın, hepimizin...
***
Sözün özü, kaldırım işgalleri, yaya özgürlüğünün ihlalidir. İnsana yapılan en büyük saygısızlıktır. Belediyeye işgaliye parası ödeyerek de, bu vebalden kimse kurtulamaz.
Kimin hakkını kime ödüyorsun...
İnsanca yaşamanın yolu hakkını, özgürlüğünü aramaktır, hesap sormaktır. Bizler böyle sustukça, göz yumdukça başımıza daha ne çoraplar örülecektir.
Ne demiş atalarımız, "Dinsizin hakkından imansız gelir."
İnsana biraz saygınız olsun. Böyle mi EXPO'ya ev sahipliği yapacağız Allah aşkına...
GÜNÜN SÖZÜ
Vicdan, içinizden geçen "Birisi bakıyor olabilir" sesidir.
H.L. Mencken
Genetiğimizde bir sorun var!
Haberlerde gördüm, okudum; uçakta, onca uyarıya karşın, olası bir yaşamsal tehlikeye karşın, iki aklıevvel, cep telefonunu kullanınca ortalık karışmış...
Yolcular, bu iki kişinin üzerine yürümüş, kavga, kıyamet... Kısacası, Adnan Menderes Havalimanı'nda kan dökülmüş...
Hiç şaşırmadım.
Aynı tartışmalar, örneğin belediye otobüslerinde halen sürüyor, eskisi gibi olmasa da, cep telefonunu kullanana karşı bir tepki var, diğer yolcular tarafından...
Çünkü, onca tepkiye karşı telefonu kullanan kendini "cesur" sanıyor, kurallara uyan da "toplumsal görevi"ni
yaptığını düşünüyor.
Ancak toplum algısında, "uyanık", "enayi" çarpışmasıdır, gidiyor.
***
Nedendir bilinmez toplumda, yasağa karşı bir inat var. Üstelik bu yasak, kitap ya da gazete okumaya, fikir üretmeye karşı değil...
Sadece cep telefonuna kimse karışmasın, alim Allah kuralları bile yıkar arkadaş... Daha düne kadar hayatımızda olmayan bir cihaz için birbirimizi yiyoruz.
Hem de acımasızca, hayasızca... Adam uçakta hem kendisinin hem de yolcuların hayatını tehlikeye atıyor, uçak düşse umuru bile değil...
Yeter ki konuşsun. Oysa ki orada herkesin işi var, merak eden yakınları var. İşin garibi, telefonun karşı tarafında olan kişi de bunun farkında... "Aman nolcak, kim ne derse desin, sen telefonu kapatma da" havasında...
O bile işin mantığında değil, inadında...
***
Bu tür toplumsal yasaklara karşı çıkmak, Milli genetiğimizde bir sorun olduğunu ortaya koyuyor. Özgün fikirlere, toplumsal tepkilere, kitaplara getirilen, kısaca özgürlüğümüze konulan yasaklara karşı sus-pus otur, cep telefonuna, tuttuğun takımın aleyine ya da lehine verilen kararlara karşı ortalığı inlet...
İşin özü, bu işte vahim bir yanlış var. Kimse de bunu görmüyor, görmek dahi istemiyor.