Ekonomi alanında meşhur siyah kuğu teorisi öngörülmesi güç ve dünyayı derinden etkileme potansiyeli olan olayları anlatmak için kullanılır. Tarih boyunca görülmüş milyonlarca beyaz kuğudan sonra ilk defa 1697 yılında görülmüş olan siyah kuğu, kuğuların sadece beyaz olduğu gerçeğini yıkmıştır. Hayatın bir bütün olduğundan hareketle, ekonomi için kullanılan bu tabirin şu günlerde tam da hayatımızda olduğunu düşünebiliriz.
KONTROL KIMDE?
Birçoğumuza göre pandemi ile siyah kuğu teorisini yaşamaktayız. Öngöremediğimiz bu salgın tüm dünyayı ve haliyle hayatımızı etkilemekte. Çok daha dayanıklı olmamız gereken günlerden geçmekteyiz yani...
Hepimiz biliyoruz ki, dayanıklı olmalı ve kırılganlığımızı azaltmalıyız.
Ancak, kontrolü elimize almak ve devam ettirmek çok da kolay olmuyor her zaman... Hatta çoğunlukla kontrolü bırakıveriyoruz, belki de böylesi daha konforlu geliyor...
Kontrolü bıraktığımız için olmasa da, kırılmaya devam ediyoruz yani.
Paramparça olduğumuz, her parçanın birbirinden uzağa düştüğü kırılmalar yaşıyoruz zaman zaman. O parçaların asla bir araya gelemeyeceğini sandığımız...
Öngörülebilirliğin düştüğü bir dünyada kırılganlığın artması doğal bir süreç gibi gelse de; bizler dayanıklılığımızı artırmaktan vazgeçmemeliyiz. Hızlı karar alabilmek, hata yapılsa da çabucak o hatadan dönebilmek, hayattaki verimliliğimizi artıracağı gibi yaşamdan keyif almamızı da sağlayacak. Yine bunun için, psikolojik sermayemizi tanıyıp güçlendirmek gerekiyor. Bu sermaye dört temel birleşenden oluşuyor... İlki umut, ikincisi kendi kendine yetebilme gücü, üçüncüsü iyimserlik, dördüncüsü de dayanıklılık.
KIRILMAK GEREKEBILIR
Dayanıklılığı artırmanın yolu kırılganlığı azaltmaktan geçiyor. Kırılganlığı azaltmak ise ancak kırılmakla mümkün...
Kırıldıkça, kendimizi görüp kırılmamayı öğreniyoruz çünkü. Kendimizi her gün tekrar tartıp, belki de tartıları değiştireceğiz. Dayanıklılık beraberinde esnekliği de getirecek elbette...
O esneklik de kırılganlığı azaltacak...
Büyük kırılmalardan koruyacak yani...
Ve en öenmlisi yaşadığımız bu durum hikayelerimize yansıyacak... Dayanıklılığımız artığında aldığımız tüm darbelere rağmen ayağa kalkıp devam etme gücünü içimizde bulacağız. Hatta daha da ileriye gideceğiz.
Simurg yani Zümrüdüanka gibi küllerimizden doğacağımız gerçeğini bilerek yeri geldiğinde yanmaktan da korkmayacağız. Biçeceklerimizin toprağa ektiklerimizden ibaret olduğunu da unutmadan...
Psikolojik sermayenin toplamı toplum sosyolojisini de etkilemekte.
Bu gerçekten hareketle, dayanıklılığımızı artırmanın aynı zamanda sosyal görevimiz olduğunu bilmeliyiz. Belki de zaman, önceden bildiklerimizi unutup yeniden öğrenme dönemi. Ya da bildiğimizi sandıklarımızı tekrar gözden geçirme. En çok da kendimizi. Değerlerimizi ne kadar koruyabiliyoruz?
Kendimizi ne kadar tanıyoruz? Ya da sınırlarımızı ne kadar zorlayabiliyoruz?
Değerlere sahipse bir kişi, kendini ne kadar tanırsa, zorluklara karşı duruşu da o kadar güçlü olacak. Gücünü artıranlar zorluklara meydan okuyabilenler değil midir? İnsan olmanın gereklerinden biri de, diğerleri ile yolda ilerleyebilmek. Her ne kadar hakikat yolculuğu tek başına çıkılan bir yolculuk olsa da, başka kalpleri yormadan etkileşimde bulunabilmek gelişmenin şartlarından. Unutmamalı, ilişkisel zekalar ancak yeni fikirler ve insanlarla buluşunca gelişebilecek.