Türklük öyle kendine özgü bir kavram ki, biz herşeyi melezleştirmekle, kendine uydurmakla, modifiye etmekle ün salmış bir toplumuz. İsmi bile var. 'A la Turca!'
Nedense biz bu alaturka lafını ağırlıklı olarak helayla özdeş tanıyıp bilmişiz. Nasıl ki alaturka helada, klozetle olan yakın ilişki yoksa, temas yoksa biz de batılı kavramlardan hem kaçamamış, aslen kaçmak da istememiş, hem de kendimize uydurmuşuz.. .Hani sosyalizmin bile bize özgü olanı var bu ülkede!
Biz milletçe kavramlara uymaz, onları teğeller, üstümüze göre yaparız. İletişim sanatının olmazsa olmazlarından empati Kendini başkasının yerine koymak) bile bizde kendine özgü ifade biçimini bulmuştur.
Aslında bir taraftan, dilimiz dünyanın en empatik dilidir: 'Geçmiş olsun, kolay gelsin, Allah kavuştursun' gibi deyimleri başka bir kültürde zor bulursunuz.
Ama öte yandan, bunlar sözde ifadelerdir. Nadiren birinin durumuyla duygu bağı kurabiliriz.
Asıl Türk usulü empati sözlerinden örnek vermek gerekirse: 'Sayılı gün çabuk geçer' deyimini örnekleyebiliriz. Ya da 'Ben senin yaşındayken şöyle şöyleydim..' diye empati ayağına şişinen bir aile büyüğüne de şöyle demek gelmez mi içinizden: 'Rahmi Koç da şu an senin yaşında, naber?'
Şahsen benim en sıkıldığım ve yanlış bulduğum empatik yüreklendirme cümlesi şu: 'Ooohoo, ben senin yerinde olsam/ Ben de senin yeteneklerin olacaktı da sen asıl o zaman görecektin beni...'
Amcamın da hangi durumlarda yengem olacağını saydırtmayın şimdi bana aile gazetesinde!
Yok işte kardeşim, sende benim yeteneklerim! Asla da sahip olamayacaksın onlara... Ben de asla seninki gibi yeteneklere sahip olamayacağım. Sözgelimi, bence para kazanmak da aynen resim yapmak ve keman çalmak gibi bir yetenektir. Neden çoğu sanatçıda ticari beceri ve şans yok? Neden çoğunun menejeri var? Çünkü onlarda sanat yeteneği var. Para kazanmak ya da kendini pazarlama becerisi yok. Niye yok? Çünkü Allah'ın bir adaleti var... Yani tüm yetenekleri bana verse sana ne kalacak? Bu bir denge mekanizmasıdır, bir evrensel tahterevallidir. Biri inerken diğeri çıkar. Herkesin ayrı yeteneği, ayrı nasibi kısmeti vardır.
Demem o ki, sen benim yerimde olabilsen aynı benim gibi olurdun, ben olurdun. Yine bu kusurlar ve eksiklerle, bu fazlalıklarla doğardın. O zaman da ben sana diyecektim aynısını...
'Çocuklar babanız böyle böyle olmasa, siz de böyle olmayacaktınız. Babanıza çekmişsiniz. ' Yoo, bu teori geçerli değil ! O vakit o çocuk Ben olmayacaktım. Sen de şu anda bunları olmayan birisine söylüyorsun...
Yani kimse uğraşmasın, kimse kimsenin yerinde olmaz. Bunu söylemekle de kimse yüreklenmez, bir adım öteye gitmez. Benim adım Hıdır, ederim budur. Vermeyince mabud, neylesin sultan Mahmud? Bilmem anlatabildim mi?
Bahtsız bedevi uzay istasyonunda
Tanrılar Okulu kitabının yazarı eylem filozofu Stefano D'anna ile bir röportaj yapmıştım. D'anna'nın kitabı, sorumluluğu üstüne almayı ve seni düş kurarak harekete geçirmeyi de amaçlayan: 'Mea Culpa' (Hepsi benim suçum) felsefesinin üzerinde çokça duruyor. Felsefeye göre başımıza gelen herşeyin bir nedeni var ve bunun sorumlusu biziz. Yani, biz böyle düşündüğümüz ya da davrandığımız için herşey öyle! Bu felsefe bana hep bizim meşhur inanışımızı hatırlatmıştır: 'Büyük lokma ye, büyük laf konuşma!'
İnanın hayatta neyi büyük konuştuysam hepsi bir sınav gibi, birer duvar gibi dikildi karşıma. (Sanki ben bu sınavları verebilmek için özellikle öyle konuşmuşum...) Mutlaka sizin de başınıza gelmiştir. Ayrıca, küçümseyip kınadığım, yargıladığım şeylerin benzerini yaşamadan ölmeyeceğime de inanmışımdır. (Onun da örneklerini yaşadım.) Bence de başıma gelen pek çok şey benim suçum.. Ya da şöyle de ifade edebiliriz: Benim sınavım. O yüzden bugün ödüm kopar insanları kınayacağım diye... Ama ne yaparsın, yapıyorsun işte bazen, insansın.
Zaman, dersimizi veriyor ama... Vaktiyle, çok şanssız bir adam oluğumu düşünürdüm, sonra zamanla vazgeçtim bu düşünceden ve tam anlamıyla tövbe ettim. Eskiden derdim ki, muhallebi yerken dişim kırılır.' (Gerçekten aranızda mantı yerken dişi kırılan var mı? Mantının içinden çıkan siyah cismi garsona gösterdim, 'abi ne işi var onun orda?' yüzsüzlüğündeydi. Cevap verdim. 'İşte ben de onu soruyorum zaten sana...')
Geçen gün okuduğum iki haber, küçük şanssızlıklar konusundaki düşüncemi de tamamıyla değiştirdi.
Düşüp de makatına basınçlı hava hortumunu kaçıran (artık onu nasıl oraya denk getirdiyse) Yeni Zelandalı sürücü zorlukla kurtarılabilmiş. Adam balon balığı gibi şişmiş. Hayır, bunu Türk versiyonu da yaşandı ama o iki arkadaşın durumunun şanssızlıkla ilgisi yok! Onlar birbirine basınçlı hava tabancaları ile şaka yapıyorlarmışş (Aha bu tam da Mea Culpa!)
Türkiye'den inanılmaz bir ölüm şekli! Zavallı bir usta, ağzında tuttuğu vidayı (pek çoğumuz tamirat sırasında bu hataya düşüp ağzımızda çivi ya da vida tutmaz mıyız?) hapşırırken içine çektiği ilk nefesle yutmuş. Vida akciğerine saplanan zavallı adamı ufacık vida öldürmüş, ameliyat bile kar etmemiş.
Üçüncü ve son haber, bahtsız bedevi efsanesini uzaya taşıyor... Uluslararası uzay istasyonu dışında montaj yapan Andrew, başında uzay başlığı varken 'Gözüme bir şey kaçtı!' feryadı ile işe ara vermiş. Artık ne yapıp edip kaskın içinden kaşıntının icabına bakabilmiş. Artık ufak tefek şeyler için kendime şanssız demek mi? Tövbeler olsun!