Çocukluğumun Cumartesi ve Pazar öğleden sonraları radyo başında geçerdi. Futbol sezonu içinde Milli Lig maçlarını naklen radyo yayınlarından dinlerdik...
İstanbul'da tüm lig maçları Beşiktaş'ın şimdiki Vodafone Arena Stadı'nda oynanırdı... Doğduğum yıl 1947'de stad "İnönü Stadı" olarak açılmış, siyasi nedenlerle 1952'de "Mithatpaşa" olmuştu.
1974'te tekrar "İnönü" oldu. Zaman zaman Dolmabahçe Stadı olarak da anıldı... O yıllarda Ali Sami Yen yoktu, Fenerbahçe stadı yoktu... Ankara'daki maçlar 19 Mayıs Stadı'nda, İzmir'deki maçlar da Alsancak Stadı'nda oynanırdı.
En önemlisi, rakip takımların seyircilerinin büyük bir bölümü yan yana seyrederlerdi maçları...
Maçları dinlerken nasıl da çalışırdı hayal gücümüz. Rahmetli Sulhi Garan, Muvakkar Ekrem Talu benim tutkuyla dinlediğim spikerlerdi. Tabi onlardan sonra maç anlatmaya başlayan Halit Kıvanç da... Türkiye Radyoları İstanbul'dan yayına bağlandığında spikerler önce kendilerini tanıtırlardı. Takımların hangi tarafta oynayacaklarını da söylerlerdi. Kalenin konumu hayal gücümüz için çok önemliydi...
Gazhane ya da deniz tarafındaki kaleler seçildikten sonra formalar tarif edilirdi. Takım kadroları bazen spikerlerin eline geç ulaşırdı. Tribünlerdeki seyirciler, hava koşulları anlatılır, spiker hiç susmadan sürekli konuşmak durumunda kalırdı.
Daha önceden alınan notlar anlatılır, daha önceki maçların skorları aktarılır, yayında hiç boşluk bırakılmazdı.
Nihayet maç başlar ve spiker topun ve oyuncuların bulundukları, gittikleri yerleri parsel parsel söylerlerdi. Kale sahasına altı pas, ceza alanına on sekiz derlerdi.
On sekizin önündeki yarım daireyi tarif ederlerdi. Köşe vuruşu korner, ceza atışları fauldü, frikikti. Oyuncuların her hareketi ve nerede oldukları anlatılırken, radyodan gelen uğultu ile pozisyonların önem derecesini kestirmeye çalışırdık. Seyircinin tepkisi bazen golden önce düşerdi kulağa.
Spiker "gol" demeden, seyirciden gelen "goool!" sesiyle havaya zıplar, ya da kederlenirdik... Seyircinin "Aaahhh!" sesi de gol pozisyonunun kaçtığını anlatırdı.
Spiker, ara pası, uzun pas, kısa pas derken bazen eşapeye daldı tabirini kullanırdı oyuncu için. Dripling yaptı, ekseni etrafında döndü, degajmanını yaptı, köşe gönderine topu dikti, sağ iç ya da sol iç boşluğu, topa sıçradılar, kaleci uçarak topu köşeden çıkardı, falanca oyuncu filancanın yanından rüzgar gibi geçti, sık sık duyduğumuz anlatım biçimleriydi.
Takım kadroları öyle taktiğe göre verilmezdi.
"Kaleci, sağ bek, sol bek, sağ haf, santrhaf, sol haf, sağ açık, sağ iç, santrfor, sol iç, solaçık" vardı. Sahadaki formalar 1'den 11'e kadar sıralanırdı.
Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş'ın maçları önemliydi. Onların maçları uzun uzun anlatılırken, temponun düştüğü anlarda diğer şehirlerin stadlarıyla bağlantı kurulur, falanca şehirdeki maça bağlanıyoruz denirdi. Ankara merkezdi. Merkezdeki spiker birden bire araya girip "Hemen İstanbul'a bağlanıyoruz" dediğinde İstanbul'da bir gol atıldığını anlar acaba hangi takım atmış diye heyecanlanırdık...
Çoğu zaman da üç büyüklerin dışındaki maçları anlatan spikerler lafı uzatmasın diye "Şimdi falanca yerden dakika ve skor alıyoruz" anonsu gelirdi merkezden.
Ben de o günlerde radyoda maç anlatma hayalleri kurardım. Garan, Talu, Kıvanç'la birlikte ya da sonraları Orhan Ayhan, Necati Karakaya, Aydın Köker, Esen Kaftan gibi abilerimizi dinler "Bir gün o mikrofonların başında ben de olacağım" derdim.
22 yaşında İzmir Radyosu'nda müzik prodüktörlüğü yaparken o fırsatı kendi çabamla ele geçirdim. Spor spikerliği sınavları açılmıyordu ve ben TRT spor müdürü rahmetli Arman Talay'a kendim için sınav yaptırdım. Beni Ankara'ya çağırdı. 19 Mayıs Stadı'nda oynanan Ankaragücü- Göztepe maçını 90 dakika boyunca Nagra marka teybe anlattırdı.
Maç bitiminde de sırtımı sıvazlayıp "Hadi bakalım hayırlısı olsun gelecek haftadan itibaren İzmir'deki maçlarda görev alabilirsin" diye müjdemi verdi...
Şimdi yolda olup maçları sadece radyodan dinlemek seçeneğim olduğunda hayal gücüm yine başrolü kapıyor...
Televizyondan bihaber olduğumuz günlere dönüyorum...
Unutabilir miyim o günleri...