Bunu tartışalım!
Alt tarafı tartışılacaktır o konu, bunun ne zararı vardır? Oysa bir kere bir dokunulmaz tartışılmaya açılırsa, o asla eskisi kadar güçlü bir kavram olmayacaktır. Dokunulmaz olmaktan çıkacaktır. Burada tek sorun, bu fedakarlığı kimin yapacağıdır. İlk tartışmayı başlatan günah keçisi olur bir süre, ama sonra kahramanlaşacaktır.
İlk kez kadavra gördüğünde kusan ama daha sonra kılı bile kıpırdamayan bir tıp öğrencisi gibi her gün görülen olguya karşı oluşan duyarsızlaşma kaçınılmazdır. Bünyeyi yeteri kadar benzeri görüntüye doyurursanız alışma denen duyarsızlaşma başlar. Bu alışma, tıp öğrencisi için, savaşan bir asker için çok hayati ve gerekli iken, ruh sağlığı azıcık şüpheli bir insan için, bir kalp hastası için ya da doğru ve yanlışı ayıramayacak bir çocuk için tehlikelidir.
Korku filmlerinin örneğin, her yıl şiddet görüntülerini daha da artırmasının sebebi budur. Doz aşımı gerçekleşmiştir. Seyircinin rahatsızlık eşiği yükselmiştir. Grafik şiddet artık yeterli gelmemektedir.
Sosyal medyada insanlar sadece eğlence anlarındaki özel görüntülerini değil, hastalık hallerini, öpüşüp koklaşmalarını da paylaşmaya başlamıştır elalemle... Dün özel hayat sayılan ve uğrunda kavga edilebilecek aile sırları, gönüllü verilmeye başlanmıştır. Çünkü 'Bunu tartışalım!' adına, her şeyin dozu artırılmış, en tehlikeli şey olan ' Normalleşme' başlamıştır. Bunların parolası, 'Ne var ki yani?' dir.
Bir şeye dikkat çekmenin yolu, onu rahatsız edici şekilde gözümüze gözümüze sokmak mıdır, yoksa bu bilgiyi sadece yetişkinlerle ve hazır olanlarla mı paylaşmaktır? Habertürk gazetesinde 7 Ekim günü sürmanşetten verilen cinayet haberi ve kadına uygulanan şiddetin ( bele kadar gömülü bir ekmek bıçağı, merhumenin yüzü de bıçak yarası da gizlenmemiş) kendisi mi daha irkiltici midir, yoksa bu haberi en ufak bir sansür uygulamadan veren gazetenin yaptığı mı toplum adına daha tehlikeli ve sorumsuzdur? Burada yapılan bir gazetecilik 'eylemi' midir, yoksa meslek etiğinden yoksunluk, büyük sorumsuzluk mudur? Hadi, bunu tartışalım!
Evlilik "Out"
Facebook'ta profil fotoğraflarında çocuğu ile poz vermiş genç ve güzel anneler dolu... Genellikle bu fotoğraflarda bir üçüncü, baba da olur. Ama hayata yeni başlamış gibi dimdik duran neşeli yüzlü genç annelerin fotoğrafında ve hayatında bir baba faktörü, bir eş faktörü yok artık...
Özellikle İzmir gibi kadınların görece 'daha eşit' ve ekonomik yönden daha özgür olduğu batılı coğrafyalarda genç bekar annelerin sayısı azımsanamayacak kadar çok.
İnsanlar genellikle üç sebepten boşanamazlar: Ekonomik imkansızlık, rutine olan bağımlılık ve çocukları tek başına büyütmenin getireceği maddi manevi zorluklar...
Eş bulmanın (ideal demiyorum, sadece bir partner bulmanın) kolaylaştığı günümüzde, iş hayatına atılıp kendisini ekonomik yönden de destekleyen kadının umumiyetle kendi aleyhine olan eşitsizliği giderme adına boşanma adımını atması kolaylaştı. İşin çocuklar kısmına gelince, boşanmanın çocuk adına daha travmatik sonuçları olduğu kesin! Ancak artık o kadar çok kadın çocuğunu babasız büyütüyor ki, sanırım çocuklar da bu duruma alışmaya başladı. Nasıl ki boşanmış erkekler artık benzerleri çoğaldığı için toplumdan dışlanmıyor, sosyal hayata aktif katılımını sürdürebiliyorsa, boşanmış çiftlerin çocukları da çevrelerinde empati kurabilecekleri bir sürü arkadaş bulabiliyorlar.
Evlenmek bir dans pisti gibiydi, piste biri çıkana kadar herkes nazlanır, ardından ısrarlara dayanamayarak piste çıkardı. Çünkü herkes dans ederken masada yalnız başına oturmak istemezdi. Şimdi boşanmak da öyle oldu. Yaygın örnekler görülünce, o da kolaylaştı. Aynen evlilik gibi, boşanma da evlilik terapistiyle, psikoloğuyla, avukatıyla , çocuk bakıcısıyla dev bir sektöre dönüşmeye başladı.
Sadece anne ve babasıyla yaşayan çocuklar da öyle çoğladı ki korkarım yakın bir gelecekte acımasız çocuklar birbirleriyle şöyle dalga geçecekler: ' Oo, şuna bakıın, evde hem annesi hem de babasıyla yaşıyor ! Yuuh, muhallebi çocuğu!'
Reklamın iyisi kötüsü olur mu?
Habertürk'ten Oben Budak, 'Bir çocuk sevdim' dizisi aracılığıyla yaşlı erkeklerdeki genç kız tutkusunun, ya da diğer adıyla lolitacılığın legalleştirilmesini eleştirmiş. Diziyi henüz izlemediysem de eleştirisi haklı görünüyor. Öte yandan bir reklamı da aynı şekilde eleştirmiş ki o reklamı ben de izledim, tüylerim diken diken oldu.
Bir giyim firması, çocuk giyiminin pahalılığından dem vurarak zekice bir kelime oyunuyla (Hem de Arena programının meşhur sesi Cahit Şaher'i kullanarak) 'Çocuk İstismarı'na son!' sloganını kullanarak dikkat çekmeyi başarıyor. Birader, bu sloganla çocuklardan kötü anlamda faydalanan sen olmuyor musun yani? Ben de hiç sevmedim bu reklamı... Cık cık cık!
***
Mehmet Ali Alabora'nın rol aldığı bir bankanın yeni biokimlik temalı reklam filmi çok zekice kotarılmış. Hem şaşırtıyor, hem güldürüyor. Ancak pek çok başarılı reklam filminde olduğu gibi cinsel göndermeleri de yok değil, bu sloganın: 'Alayım O parmağı!' Kör gözüm parmağına güldüren, izleyende elektrik verilmiş etkisi uyandıran bu sloganı Mehmet Ali Alabora, diğer Mehmet Ali'den mi ( Erbil) almış diye merak ettim. Bu sorunun cevabı: Parrmaktan sonraaa!'
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.