Eskiden bayıla bayıla izlediğimiz TV dizilerine bakıyorum. Mesela Komiser Kolombo, Bugünün CSI (Kanıt Peşinde) dizileriyle Sherlock Holmes'ün melezi gibi. Vaktiyle bu diziyi ağzımız bir karış açık vaziyette izlerdik. Yıllar sonra bir yerde rast geldim, sıkıntıdan kendimi balkondan atacaktım. Konulara bakıyorum, bayat. Ancak beni sıkan bu değil. Tek kişinin konuşmasından oluşan uzun planlar falan. Tempo bitik yani.
Dağcılarla sohbet ediyorum, bakıyorum ölümcül görünen bu spor dalı, aslen sen ne kadar tehlikeli olmasını istersen o derece tehlikeli. Soruyorum, filmlerde gördüğümüz dağcılık tehlikeleri gerçek mi diye, "Evet" diyorlar. Ancak bunun bir insanın başına gelme ihtimali çok düşük. Hele hele bir filmde hepsinin üst üste bir adamın başına gelmesi, Murphy kurallarıyla bile açıklanmaktan uzak. Olay, filmin gerçek hayattan heyecanlı olmak zorunda olması. Sizin hayatınız bir film olsaydı, izler miydiniz? Hiç sanmıyorum. Ben, benimkini izlemezdim. İşte bu yüzden normalde yüzündeki yırtılmalar nedeniyle dövüşten men edilmesi gereken Rocky Balboa boks maçına devam eder, üstelik kazanır. Polat Alemdar nam şahsiyet, vurulur, yakılır, bombalanır ama hayatta kalır. Aynı sebeple gökte tek bulut olsa, yıldırım gelir, Yaprak Dökümü'nün dürüst babası Ali Rıza Tekin'in kıçına düşer. Düşünün ki aynı dizide ne felaketler geldi aynı ailenin başına... Tüm bunlar bir ailenin başına gelir mi? Allah göstermesin, gelir. Ama hepsi de mi? Belki. Amaç, filmi gerçek hayattan ayırıp tempo katmak, izlenebilir hale getirmek. Hatta zaman zaman saçmalamak pahasına...
ZAMANIN TOKADI
Bugün izlediğimizde bize sıkıcı gelen tüm film ve diziler, zamanın tokadını yemiştir. Kimi zaman bu sebeple bu öykülere yeniden çevrimler yapılır. Ama o da tutmaz. Kişi, hayalinde o zaman beğendiği öyküyü arar. Oysa eski öyküyü bugün koysanız önüne, ona da burun kıvırır. Çaresiz, kabullenmek gerekir. O öykü, o zamana ait bir öyküdür. Modernize etmenin tek yolu, hızı artırmaktır. İnsanların seçeneklerinin çoğaldığı, emek isteyen (yazmak, göndermek ve cevap beklemenin zaman istediği ve tansiyonu artırdığı) mektubun yerini hızlı epostaya bıraktığı, insanların eşlerini bilgisayardan seçtiği, sanal hediye ve öpücükler gönderdiği, hatta birbirine pandik -pardon, poke- attığı bir çağda aşk, eskimiş ve tedavülden kalkmaya başlamıştır. Eskiden bir yumrukla bayılıp etkisiz hale getirilen kötü adam bugün ya motorlu testereyle ikiye bölünerek ya da bombayla kuantumlarına ayrılarak halledilmektedir, aksiyon arttıkça şiddetin dozu da yetersiz kalmaktadır.
HIZ HER ŞEY'DİR
Sözün özü, bugün hız, her şeydir. Keanu Reeves'in başrolünde oynadığı Hız (Speed) filmi, hiç de tesadüf olmayan bir şekilde aksiyon filmlerinin formülünü değiştirmiştir. Bu film, o türün resmi miladıdır. Hız, heyecanı artırırken gerilimi azaltmıştır. Oysa gerilim, yavaşlıkta, beklemekte gizlidir.
Beklemek, gerginliktir. İlk öpücüktür. Aptaldır, bazen sıkıcıdır ve kafası fena halde karışıktır. Doğal olarak romantiktir. Pek sevimlidir, ancak ne yazık ki artık demodedir. Yavaşlık, dünyanın çocukluğudur. Eski dünyanın çocuğu, içki yani bir çeşit uyuşturucuyla kafayı bulur. İçki yavaştır. Kana karışması zaman alır. Zahmetlidir. Ya çok içersin ya da kusarsın. Hoşgörülüdür. "Sarhoş adam" derler, kimi zaman el kaldırmazlar.
Hızda heyecan vardır ama beklenti yoktur. Her şey sürprizdir. Hız, tam da bu yüzden içinde aşk olmayan cinselliktir. Yeni çağın kafa bulma yöntemi de çabuk etki gösteren (ne tesadüf) uyarıcılardır. Hızlı bir dünyada hayatta kalmak fena halde zeka işidir. Çocuklarımız da daha hızla akıp giden reklam görüntülerine maruz kaldıkları andan itibaren bunu anlarlar. Zeki olmak zorundadırlar. İşte bu yüzden, bugünün çocukları babalarının Komiser Kolombo'sundan daha zekidir...