Kadim bir söz şöyle der: Yukarıda nasılsa aşağıda da öyledir. Bu bilge söz bize, evrendeki düzen ve işleyişin makrodan mikroya kusursuz temsiller şeklinde birbirini tekrar ettiğini anlatır. Bu sebeple dünyaya dikkatle bakan bir göz, küçük bir olaydan büyük resme ulaşabilir.
En büyük acı, dayanması en zor acı ise; bir acıyı dayanılmaz kılan nedir? Süresi mi?
Acının şiddeti mi? Yoksa acının geleceği bilgisi, yani ona hazır olup olmamamız mı?
Bu sorunun yanıtıyla geçtiğimiz günlerde karşılaştım.
Sırtımdan girip sağ kolumu neredeyse işlevsiz hale getiren bir ağrıdan dolayı doktora gittiğimde muhtemel boyun fıtığı teşhisi ile MR çekimine yönlendirildim. Daha önce hiç MR çektirmemiş olsam da özellikle klostrofobisi olanlar için MR işlevinin tatsız olduğunu biliyordum. Benim pek böyle bir sorunum olmadığı için bu konuda rahattım.
Yine de bu işlemin hayatımın en acı verici deneyimlerinden biri olacağını bilemezdim.
ACIYI DISARI ATAMAMAK
Normalde iki yastıkla yatan biri için yastıksız yatmak bile rahatsızlık verici iken MR cihazında boynum daha da kavisli şekilde yatmam istendi. Sağlık koşullarım dolayısıyla sağ kürek kemiğimin altından giren acı, koltuk altımdan sağ koluma yayılarak onu bir tel gibi geriyor ve hayli canımı yakıyordu.
MR cihazında yatış tarzım, bu acıyı yüzle çarptı. Normal şartlarda ağrım olduğunda kolumu diğer elimle tutup askıya aldığımda acıyı kontrol edebiliyorken tüpün içinde bu şansım da yoktu. Zaman zaman yutkunmayı dahi erteleyerek, kıpırtısız yatmam gerekiyordu.
Cihazdaki yarım saatim, o güne kadar geçirdiğim en acı dolu yarım saat oldu. Çıktığımda ter içindeydim ve yüzüm acıdan neredeyse çarpılmıştı. Biraz kendime geldiğimde, o güne kadar çektiğim diğer fiziksel acıları düşündüm. Bunlardan biri korkunç bir diş ağrısı, diğeri ise zehirli bir balık tarafından sokulma anımdı. Bunların hiçbiri de yarım saatten az sürmemişti ve MR cihazında yaşadığımın belki üç katı şiddette ağrılardı. Peki buna rağmen son deneyimim neden bana en kötüsü gibi gelmişti? Hemen sizin yerinize yanıt vereyim. Tabii ki son deneyim taze olduğu için zihnim bu acıyı abartmıştı. Elbette bu doğruydu ama konu sadece bu değildi. Başka bir faktör vardı...
Diğer acı anlarında olmayan bir faktör... Diş ağrısı ve zehirlenme anlarında çığlık atmış, bir yerleri sıkmış, sağa sola sallanmış, bir şekilde acıyı dışarı atmayı becermiştim. Oysa bu sonuncu deneyimde acıya karşı hiçbir şey yapamadan acının üzerimden geçmesini izlemek zorunda kalmıştım ve en acı olanı da buydu işte.
AGLAMA DEMEYIN!
Acı denen enerjinin bir şekilde ağlayarak, bağırarak falan dışarı atılması ne büyük nimetti. Ağlayabilmek, inleyebilmek, acıyan yerine dokunabilmek, hiç olmadı sağa sola doğru sallanabilmek ne değerliydi. Dudağı ısırılamamış, çığlığı atılamamış, gözyaşı dökülememiş bir acıdan daha büyüğü var mıydı? Demek ki neydi? En büyük acı ifade edilememiş, dile getirilememiş acıydı. Bu yüzden yasınızı yaşayın. Acınızın içinden geçin ve enerjisini boşaltın. Paylaşın. Ağlayana ağlama demeyin. Bırakın. En büyük acıların dilsiz acılar olduğunu hiç unutmayın.