Yine nisan ayı geldi, hava amber gibi kokar oldu. Alem sanki cennet içinde cennet. Her köşe bir İrem bahçesine döndü.
Nef'i'nin şu dizeleri bunu söylüyor: "Erdi yine ürd-i behişt oldı heva anber-sirişt/ Alem behişt-ender-behişt her guşe bir bağ-ı İrem."
Evet konu ilkbahar ve nisan ayı. Semtimizin sokaklarında Turunç ağaçları var, çiçek açmışlar. Bu yazı onların ilhamı ile yazıldı.
Turunç ağacını İzmir'e gelince tanıdım. Yaz kış yeşil yaprakları, mütevazı boyları, kırmızıya yakın turuncu renkli meyveleri ile bir süs bitkisi gibi gözleri ve gönülleri okşar. Meyvelerini fazla dökmez. Onun içine üzerine kar yağdığı nadir kış günlerinde; yeşilin, turuncunun ve beyazın karışımıyla bir renk şehrayinine döner. Bugünlerde de aynı yeşil yaprak, beyaz çiçek ve tek tük turunç meyvesiyle bir cünbüş içindeler.
KIR ÇİÇEKLERİ
Gençlik yıllarımda bu gibi bahar günlerinde çocuklarla birlikte birkaç defa kır gezintisi yapardık. İzmir'de her mevsim yeşildir. Ama ilkbaharın taraveti ve tabiatın canlanması ile yeşilin parlaklığı bir başka olur.
Baharın ilk günlerinde ve ortalarında bir başka zevkim vardı: Papatya ve katırtırnağı toplayıp bir vazoya koymak. Katırtırnağı Akdeniz'e özgü bir çalı türü diye tanımlanmış. Genellikle kuru, kumlu topraklarda ve güneşli yerlerde bulunurmuş.
İsmine ve bu tarife göre zihinde olumlu bir çağrışım yapmıyor. Ama bunlara aldırmayın. Katırtırnağının muhteşem bir çiçeği var. Sarı rengin en güzel tonu ve kokusuyla beni çok cezbeder. Sera çiçekleri gibi çabuk solmaz. Vazoda 8-10 gün canlı kalır.
Turunç, limon, iğde ve katırtırnağı çiçeklerinin çok hoş ve güçlü kokuları vardır. Baygın kokarlar fakat insanı baymazlar.
ÇİÇEKLERİN ZİKRİ
Papatya ve katırtırnağı çiçeklerini kopardığımı itiraf ettim. Aslında her çiçek dalında ve yerinde güzeldir. Çok hoş bir menkıbe ile bitirelim:
Eşrefoğlu Rumi, Hacı Bayram Veli'nin öğrencilerindendir. Onun yanında 11 yıllık bir eğitim ve hizmetten sonra İznik'e gönderildi, orada irşadla meşgul oldu. Fakat o, kendisinin henüz yeterli olgunluğa çıkamadığını düşünüyordu. Bunun üzerine Hacı Bayram, Suriye'de Hama şehrine gönderdi. Orada Abdülkadir Geylani soyundan Hüseyin Hamevi'ye mürid olmasını söyledi. Eşrefoğlu Hama'da çok sıkı bir perhiz ve tasavvuf eğitiminden geçti.
Bir ilkbahar günü Şeyh Hamevi: "Dervişler, biraz menekşe toplayıp getirin" der. Her biri bir tarafa gidip deste deste menekşe toplayıp şeyhe getiriler. Eşrefoğlu ise, elinde bir tek solgun menekşe ile gelir. Şeyh: "Çevreyi tanımadığın için menekşelerin yerini bulamadın her halde!" deyince; Eşrefoğlu:
-Sultanım, hangi menekşeye elimi uzatsam, kendi diliyle Allah'ı zikreder gördüm, koparmaya kıyamadım. Nihayet sapı yaralanmış ve zikrini tamamlamış bu menekşeyi bulup, ancak onu koparabildim, der.