Ülke olarak çıldırdık...
Sosyal medyada ünlü olacağız diye toptan akıl ve ruh sağlığımızı yitirdik...
Biri bizi durdursun!
Al işte, sosyal medyada birbirlerine hakaret eden, sonra da bu yazılı kavgayı, buluşmak için sözleştikleri evde, elektro şok aletinin de kullanıldığı fiziksel şiddete dönüştüren üniversiteli kızların 46'şar yılla yargılanması talep edildi...
Peki kızların bu akıllara durgunluk veren şiddet gecesi nasıl ortaya çıkmıştı?
Tabii ki sosyal medyadan!
Kızlar, sanki çiçek topladıkları masum bir anmış gibi, bu şiddet görüntülerini sosyal medyada yayınlamıştı...
Saç saça baş başa birbirine girerken...
Elektro şok aletini kullanırken...
Arkadaşlarını adeta hapsettikleri bir evde, ölümün kıyısına getirirken, bu görüntüleri yayınlamışlardı...
Neydi şimdi bu?
- Deli cesareti mi!
- Akılsızlık mı!
- Like merakı mı!
Gerekçeleri ne olursa olsun, hayatlarını kararttılar...
46 yıl!
İndirim yapılsa ne olur?
6 ay bile cezaevinde kalsalar, o zamanın izlerini hayatları boyunca silemeyecekler...
Sicillerinde böyle bir leke kalacak...
Hem özel hem iş hayatları geri dönüşü olmayan bir yara alacak...
Peki işte bu şuursuzluğun nedeni ne?
Tabii ki sosyal medyanın verdiği akıl almaz cesaret!
Fotoğraf ve video paylaşılmaya o kadar alışıldı ki; hayatın doğal akışı oldu...
"Yaptığın" herhangi bir eylemi, sosyal medyada yayınlamazsan, "o an yaşanmamış" sayılıyor!
Ve sanki sosyal medyada paylaşılınca, yapılan en absürt iş bile "normalleşiyor."
Yahu sevdikleri insanlar, ölümle pençeleşirken, hastane yatağında selfie yapan var!
Adamcağız, cihazlara bağlanmış yaşama tutunmaya çalışıyor; ağzı kulaklarında bir aklı evvel de almış eline telefonu, "Dedemle hastanedeyiz" diye fotoğraf paylaşıyor, yer bildirimi yapıyor!
Haa bir de ne hissettiğiyle ilgili duygu paylaşımı ekliyor ki en şahanesi o!
"Bilmem ne hastanesinde üzgün hissediyor!" Yok bir de mutlu hissetseydin!
Hastane yatağındakiler acaba, "Sen nasıl bir ruhsuzsun evladım" diye soruyorlar mı merak ediyorum...
Ben olsam evlatlıktan falan reddederim...
Sonra uzun uzun kendimi sorgularım...
"Ben nerede hata yaptım da bu çocuk böyle oldu" der, hatta hastanede karışmış olma ihtimalini falan araştırırım, o denli!
Toplum olarak bu hıza ayak mı uyduramadık nedir...
Bırak akıllı telefonu, bilgisayarı, düne kadar evlerde televizyon yoktu televizyon!
Yüzyıllarca geriye gitmeyeceğiz...
1952 yahu!
Türkiye'nin televizyonla tanıştığı tarih 1952 Mart ayı...
O gün çocuk olan birinin yaşadığı değişime bakın!
Bir toplum komple zaman makinesine bindirilip, geleceğe yollanmış gibiyiz...
Hal böyle olunca doğal olarak alışamadık tabii!
Elini kolunu nereye koyacağını bilememek misali, ne paylaşacağımızı bilemedik!
Arada kızsak da, pek çok abuk sabuk paylaşımın bile masum tarafı vardı!
"Beğenilmenin dayanılmaz cazibesi" diye gülüp geçiyorduk...
Ama yani bu son dönemde olanlar akıl alır değil!
Milletin banka hesaplarını ele geçirip dolandıranlar, lüks teknede para saçarken video paylaşıyor...
Adam, delili paketleyip, kurdeleyle süsleyip "Buyurun polis bey" diye veriyor...
Arkadaşını evire çevire dövenler, adeta canlı yayınlıyor...
Peki ne yapacağız?
Okullardaki müfredat programına, "Sosyal medya, 'sanal' gibi gözükse de gerçektir. Yaptığınız her eylem sizi bağlar.
Şuursuzluğun size, yol, su, elektrik misali; para ve hapis cezası şeklinde döner" diye ders mi konulmalı?
Peki bunu geniş kitlelere ulaştırmak için ne yapacağız?
Sosyal medyayı mı kullanacağız...
O halde günün anlam ve önemine uygun şarkı gelsin...
"Kafamda delii sorullarrr!"