Olması gereken oldu; millet iradesini temsil eden demokratik otorite, yani Hükümet, tamamen dar kafalılığın eseri olan bir yargı kararı üreterek boyundan büyük işlere kalkışan bir özel yetkili savcıyı dosyadan el çektirdi. "Kendimi yakarım, yine de vazgeçmem" dediğini duymuştuk o savcının. Oysa savcının yanık bedeni kimseyi ilgilendirmiyor doğrusu, bizi ilgilendiren husus, devleti yakan, demokratik otoritenin paçasına benzin döken bir yargı bürokratı, bulunmaması gereken bir görevden el çektirilmiştir, önemli olan da doğru olan da budur. Yine aynı şekilde, söz konusu savcıyla oyun kurgulayan işbirlikçi polisler de kızak görevlere çekilerek bir bakıma mesleki kariyerlerine nokta konmuştur. Üstelik hem savcının hem de polislerin amirleri, ortada bir "görevi kötüye kullanma suçu" olduğunu açıkça belirtmiş durumdalar. Diğer yandan, bu olaya toplumun verdiği tepki de önemli ve ders çıkarılmaya uygun nitelikte. Savcının bu kararı milletin içine sinmedi. Millet Hakan Fidan'a sahip çıktı. Sonuçta bu ülkenin sıradan vatandaşları olarak polisimizi de savcı ve hakimlerimizi de seviyor ve güveniyoruz. Ama ülkemize şu son 4 günü yaşatanları değil.
***
"Her şeyde bir hayır vardır" sözü geçerliliğini bir kez daha gösterdi bize. Bakın şu dört günlük devlet krizinin sonuçlarına: Her şeyden önce, Başbakan Erdoğan'ın hastalığından farklı sonuçlar çıkararak onun siyasi varlığı üzerine oyun kuranlar kafalarını betona vurmuşlardır. Başbakanın siyasi otoritesinin yerli yerinde durduğu açıkça görülmüştür. Kendisi ameliyattayken Türkiye o krizden kurtulmuş çıkmıştır. Üstelik bu süre içerisinde Başbakan Erdoğan konuyla ilgili bir tek kelime dahi söyleme gereği duymamıştır. Parmağını oynatması sorunun çözümüne yetmiştir. Öbür yandan, yine bu kriz hali bize bir başka gerçeği gösterdi: Türkiye'nin eski Türkiye olmadığı, üzerinde kolayca senaryo uygulanamayacağı görüldü. Eskiden olduğu gibi bir kaos hali, bir savrulma hali yaşanmadı. Demokratik otorite olaya el koydu ve mesele çözüldü. Ama bu krizin bize öğrettiği, bir bakıma eksiğimizi ortaya çıkardığı bir başka husus daha var ki çok temel bir meseledir: Türkiye demokrasi yolunda ilerlerken hala "demokrasi teorisini" ve felsefesini içselleştirecek bir iç çaba göstermiyor. Yani şunu demek istiyorum: Ne Hükümet ne de devletin kurumları, demokratik bir ülkede herkesin, en başta da yargının varlığını ve yaptığı işi meşrulaştıran gücün millet iradesi olduğunu tartışmasız bir temel kabul olarak ortaya koyamıyorlar. Sadece şekilsel bir demokratik gelişme boyutu önümüze şu son yaşadıklarımızın benzeri krizler çıkarabiliyor. Meşruiyetin kaynağı meselesini felsefi olarak kavramış bir yargı mensubu bir hükümet icraatı hakkında böyle bir devlet krizi çıkarabilir miydi?
***
Peki, bundan sonra ne olacak, ne olmalıdır? Yeni Asır Genel Yayın Yönetmeni Şebnem Bursalı dün çok güzel bir yazı yazdı ve Hükümetten beklentilerini dile getirdi. Evet, Hükümet bu krizi fırsat bilip demokratik otoritesinin icra sınırlarını en üst noktaya çıkartmalıdır. Yani sadece MİT kanununda veya CMUK'da yapacağı değişiklikle yetinmemeli, genel bir rahatsızlığa dönüşen şu özel yetkili mahkemeler meselesini de çözmelidir. Şebnem Bursalı'ya aynen katılıyorum, eğer millet iradesi her şeyin üzerindeki güçse ki öyle, o vakit millet tarafından seçilen ve halen cezaevinde bulunan başta Mustafa Balbay olmak üzere, diğer iki TBMM üyesi milletvekili derhal serbest bırakılmalı ve yasama görevlerini yapar hale gelmelidir.
Krizlerin fırsat yarattığını unutmayalım!..