Çocuklar dünyanın diğer ucundan kişilerle çok kolay iletişime geçebiliyor.
Çok sayıda ülkeden arkadaşlar edinebiliyor.
Yabancı dilleri öğrenmek hayatın doğal akışının bir parçası.
İstedikleri bilgi ise ellerinin altında, sanal olarak dünyanın istedikleri yerini gezebiliyorlar.
Ne güzel değil mi?
Peki, bu çocuklar evlerini iyi tanıyor mu? Evet, doğru anladınız, evlerini...
Şehrini, mahallesini, sokağını, komşusunu demiyorum: kendi evini.
Ne, nerde biliyor mu veya evdeki değişiklikleri fark edebiliyor mu mesela?
Hepsinden önemlisi ailedeki bireylerin ruhsal hallerini algılayabiliyor mu? Hatta diğer kişileri önemsiyor mu?
Dünya ile iletişime geçerken, kendi evine yabancılaşan çocukların çevresi gerçekten genişliyor mu yoksa daralıyor mu? Herkesten uzak, fıtrata aykırı bir yalnızlaşmaya doğru mu gidiyorlar ?
SAYGI DUYABİLECEK Mİ?
Sözün özü, dostluk kurup, dostluğun gereklerini yerine getirebiliyor mu bu çocuklar, ileride getirebilecek mi? Gerçek dost olabilecek mi? Her durumda anlayışla hatta özveri ile dostunun yanında olabilecek mi? Sırlarını saklayabilecek mi?
Hataları dostunun yüzüne söyleyebilecek mi? Dostunun söylediği hataları kabullenebilecek mi? Sevinciyle sevinip üzüntüsüyle üzülebilecek mi? Dostunun kişilik özelliklerine, fikirlerine saygı duyabilecek mi? Dostuna hiç çıkarsız affedici yaklaşabilecek mi? Dostunun eksiklerini veya aşırılıklarını dengelemek için önyargısız çabalayacak mı?
Ya da aidiyetsizliklerini, dünya vatandaşlığı gibi süslü tanımlamaların arkasına saklayıp köksüz oradan oraya savrulmaya mı mahkumlar?
Peki biz yetişkinler de, benzer döngünün içinde miyiz?
KALİTELİ BİR YALNIZLIK DEĞİL
Dostluk kavramının içeriğini önemsememeye mi başladık? İnandığımız, güvendiğimiz insanların her halinde yanında olmanın, mutluluğu kadar üzüntülerini de paylaşmanın, hatta bazen de kusurlarına katlanmanın ama günün sonunda onun yanında her daim olmanın huzurunu ne zaman unuttuk? Beraberinde vefayı da... Birlikte cefa çektiklerimizi vefasızlığa mı kurban ettik?
Yalnız bıraktıklarımız sadece eski dostlarımız mı? Asıl yalnızlığı, vicdanımızdan ve özümüzden uzaklaştıkça kendimize yaşatmıyor muyuz? Derdinize derman olanlara dert olanlardan mıyız?
Bu tür yalnızlık, dostluk kadar ihtiyaç duyulan o kaliteli yalnızlık değil elbette...
Kaliteli yalnızlık seçilmiş olanı çünkü...
Kadir kıymet bilmezlik sonucu yaşattıklarımız, hiç kuşkusuz yaşadığımız olacak ve o yalnızlık hiç de öyle edebi sözlerle anlatılan türden olmayacak...
Belki de sormamız gereken bir soru var kendimize: Ne uğruna vazgeçiyoruz, gidiyoruz dostumuzdan? Ve mutlaka hatırlamalı, bu gidiş aslında kendimizden....
Yazının başında dünyanın diğer ucuyla olan iletişimin bile sıradanlaştığından, bir çok dili öğrenebilmenin kolaylığından bahsettik... Tüm bunlar olurken, gönül dilini bıraktık. Öyle duymaz olduk ki gönül dilini, en sonunda susturduk... Yürekten yüreğe akmayan o sözler ise yerini bulamaz oldu, boş konuşmalara döndü.
Öyleyse tekrar soralım: Ne uğruna oldu?
Kalpten kalbe giden bir yol vardır demiş büyük usta Neşet Ertaş. Bizlere ise o yolları temiz tutmak düşer..
Dostlukla kalın...