Ocak ayı enflasyon oranları sürpriz yapmadı ve beklentilere paralel düzeylerde gerçekleşti. Enflasyonun yönünün bir süre daha yukarı yönlü olacağının altını Merkez Bankası özenle çiziyordu. Enflasyona neden olan temel unsurların varlığını koruduğunu görüyoruz. Birincisi kurlardan fiyatlara geçişkenlik ikincisi ise gıda fiyatları. Kur faktörünün denklem dışı kaldığını düşünebiliriz çünkü 8,55 zirvesinden sonra sürekli aşağı geliyor. Ancak maliyetlerdeki artış hemen tüketici fiyatlarına yansımayabiliyor, belli bir zaman gecikmesiyle ve zamana yayılmış bir şekilde manşet enflasyonu etkiliyor.
Aslında basit bir korelasyon var...
Merkez Bankası parasal sıkılaşmaya gittiğinde yani paranın maliyetini yükseltip kredi kanalını daraltarak talebi baskılıyor.
Aynı zamanda değerli TL ile kurların gerilemesini sağlayabiliyor. Tüm bunların sonucunda da enflasyon makul seviyelerde seyretmeye başlıyor.
Kurların zirve yaptığı 2018 yılında yüzde 20,3'e kadar çıkan manşet enflasyonun 8,6 puanı birikimli kur etkisinden gelmiş. Kur ve enflasyondaki aşırı yükseliş sonrası Merkez Bankası kayda değer faiz artırımı ile kurları baskılayabilmiş ve 2019 yılında sıkı duruşunu koruyarak kurların yataylaşmasına katkı yapmıştı. 2019 yılında enflasyon yüzde 11,8'e kadar inmişti. Nedeni yine aynı... Kurlardan geçişkenlik unsurunun enflasyona yansıması sadece 1,5 puanda idi. Geçen yılın üçüncü çeyreğinde para politikalarının tamamen gevşetilmesi ile TL'den dövize kaçış olmuş, kurlar yeni bir zirve yapmış ve enflasyonu yukarı itmişti. 2020 yılında enflasyon 14,6 olurken kur etkisi bir kez daha 6,2 puan çıkmıştı.
KURLARA DUYARLILIĞI FAZLA
Çok açık bir şekilde şu vurguyu yapabiliriz.
Türkiye'de enflasyonu en fazla etkileyen faktör kurlardan fiyatlara geçişkenlik.
Zira üretimde ve yatırımda dışa bağımlılık yüksek... Yani bazı ürün gruplarının kurlara olan duyarlılığı çok fazla... Bu yüzden üretimde dışa bağımlılığın makul seviyelere çekilmesine kadar Merkez Bankası fiyat istikrarı ana hedefine ulaşabilmesi için öncelikle finansal istikrarı sağlaması gerekiyor. Daha açık bir ifadeyle kurların makul bir bantta dalgalanmasını sağlayacak ki enflasyon orta vadeli öngörüleri ile uyumlu hale gelebilsin.
Bir önemli nokta daha var. Merkez Bankası'nın belirlediği politika faiz oranının seviyesini tartışırken matematiksel yaklaşımdan öte ekonominin iç dinamiklerine uygunluğuna odaklanmamızda fayda var.
Şunu söylemeye çalışıyorum. Örneğin yüzde 20 faiz oranı bir ülkenin makroekonomik koşullarına göre düşük kalabilir, yüzde 2 faiz oranı diğer bir ülke için yüksek olabilir. Yüzde 2'yi bilerek seçtim.
Şu anda Amerika Merkez Bankası FED yüzde 2 faiz belirleseydi bırakın Amerikan ekonomisini küresel ekonomiyi bile bu koşullarda durma noktasına getirir ve dolar cinsi borçların çevrilmesi krizi yaratırdı.
FİYAT İSTİKRARI ZORUNLU OLDU
Kurlara hassasiyeti olan ekonomilerde faiz oranlarının kesinlikle enflasyon arındırıldıktan sonra pozitif düzeyde olması hayati önem taşıyor. Dolayısıyla matematiksel açıdan sayı kaç olursa olsun enflasyonun belli bir risk primi kadar üstünde olan bir faiz oranı iktisadi açıdan yüksek olarak tanımlanmamalıdır.
Gelelim madalyonun diğer yüzüne.
Yani görece faiz oranlarının yüksek olmasına... Tabi ki ekonomiye zararlarını tartışmaya gerek yok. Yatırımların ötelenmesi, borçların daha yüksek maliyetle çevrilebilmesi, kamu açıkları finansmanının maliyetinin artması, kredilerin zorlaşması nedeniyle taleplerin geri çekilmesi ve büyüme hızının momentum kaybetmesi gibi bir dizi olumsuzluk sayabiliriz.
Ancak yukarıda saydığım negatif faktörlerin olumsuz etkilerini sınırlandırmak için fiyat istikrarının sağlanması gerekiyor.
İşin kolayına kaçarak faiz oranını iktisadi gerçeklerden kopuk salt matematiksel değer olarak varsayıp indirirsek sadece günü ya da ayı kotarmış oluyoruz. Oysa önemli olan büyüme değil sürdürülebilir büyümedir.